Gezegen'e Hoşgeldiniz

Kayıp Rıhtım Gezegen'e Hoş Geldiniz

Kayıp Rıhtım Gezegen, Rıhtım sakinlerine ait blogların yer aldığı ortak ağdır.

Gezegen'e iniş yapmak için forumda bulunan Gezegen başlığını incelemeniz gerekmektedir.

image

Sayı #130: Masal

masal uygar özdemir
Çizim: Uygar Özdemir

Bazen iyi anlatılmış bir masal tüm korkularınızı unutturabilir. Olmak istemediğiniz yerde olmaya kısa bir mola. Kapıların dışındaki hain karanlığa dur ihtarı. Şimdi kötü kurtlara trafik cezası kesilecek, Korkut Ata sazı eline alacak ya da devler beş çayına gelecek. Masallarda sosyal mesafenin yeri yok.

Anlatmak ve dinlemek bazı gereklilikleri yerine yerleştirebilir. Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nin 130. sayısında kısa bir nefes arası için elliden fazla masal sizi bekliyor.

3575 adlı öyküsü ile Dipsiz

Ağaçlaşma Günü adlı öyküsü ile Oruç Can Hasmaden

Ala Meşe ve Sonsuzluk Meyvesinin Hikmeti adlı öyküsü ile Kürşat Akbulut

Âlemlerin Birinden: Bebeklerin Yok Oluşu adlı öyküsü ile Gündoğan İnce

Anlatıcının Çözemediğimiz Sırrı adlı öyküsü ile S. Ece Kaya

Ayşekül’e Prens Aşık Oluyor adlı öyküsü ile Sena Gölebakar

Ballıbelli adlı öyküsü ile Ayşegül Çalı

Bir Elliliğin Güncesi adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Bir Kara Kedi Masalı adlı öyküsü ile Pınar Aydoğdu

Bir Masal da Bana adlı öyküsü ile Dilek Yılmaz

Bir Varmış Bir Yokmuş adlı öyküsü ile Fatih E. Kaya

Bir Zamanlar adlı öyküsü ile Dilek Elmas

Boş Sandık adlı öyküsü ile İdris Erdoğdu

Büyüklere Masallar adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Dan Dini Dan Dini Dastana adlı öyküsü ile Umut Kaygısız

Deniz Kızı ve Küçük Leo adlı öyküsü ile Deniz Güneş

Denizde Yaşayan Gırnata Canavarı adlı öyküsü ile H. Kemal Gündoğdu

Dinle Evlat adlı öyküsü ile Arif Özgür

Düğün Alayı adlı öyküsü ile Ayşegül Gezgin

Dungana’nın Kargışı adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Edebiyat Tanrısı adlı öyküsü ile Onur Şahin

Elif’in Kuklaları adlı öyküsü ile Zeynep Nur Demir

Esaret adlı öyküsü ile Funda Kartal

Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Hansel ile Gratel Masalındaki Hansel’in Yolunu Kaybetmemek İçin Ardına Bıraktığı Ekmek Kırıntıları İle Yaşadığı Problemlere Dair Küçük Bir Hikâye adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Hediye adlı öyküsü ile Turgay Yıldırım

Hipnopompi ve Uyku Mansiyonu adlı öyküsü ile Oğuzhan Karacaoğlan

Hüthüt’ün Alevi adlı öyküsü ile Ali Sarp Sunay

Kapan adlı öyküsü ile Ayşe Nilay Özkan

Karmakarışık Duygular Diyarı adlı öyküsü ile Alperen Yaman

Kim Bilir adlı öyküsü ile Nuri Kurucu

Kırmızı, Yeşil ve Mavi adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Koca Kötü Kurt adlı öyküsü ile Harun Çimen

Kozmos’un Gölgeleri adlı öyküsü ile Gaye Keskin, Kasvet Ulu ve Müge Koçak

Kral’ın Kıymetlisi adlı öyküsü ile Serhat Özcan

Küçük Bir Gece Masalı adlı öyküsü ile S. Volkan Gün

Kumdan Kaleler adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Mahareti Meşhur Aydolu ve Şaman adlı öyküsü ile Oğuz Can Acar

Mahsus Dede adlı öyküsü ile Murat Akgül

Masal Fısıltısı adlı öyküsü ile Eser Avcı

Masal Gibi adlı öyküsü ile Hilal Aras

Mavi Kelebekler Diyarı adlı öyküsü ile Canan Kuzuoğlu

Mor Zarf adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Mührün Sırrı 2 adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Nine ve Dağ adlı öyküsü ile Can Berk Tuncer

Oscar Aldıran Masal adlı öyküsü ile Okan Bedir

Savrulan adlı öyküsü ile Uygar Özdemir

Sol Minörden Masala Prelüd adlı öyküsü ile Nur Morçiçek

Son Masal adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Süpermem adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Tanrı Çocuk adlı öyküsü ile Gökay Yıldız

Ters Düz Bir Peri Masalı adlı öyküsü ile Emine Nihan Acar

Tilki, Buğday ve Amnezi Masalı adlı öyküsü ile Ruken Barış

Tuluat’ın Düşü adlı öyküsü ile İlgi Uğuroğlu

Tuzlu İzler adlı öyküsü ile Neslihan Sezgin

Yaratılış adlı öyküsü ile Erdem Tekin

Masal temalı sayımızın illüstrasyonu, Kayıp Rıhtım yazar ekibinden Uygar Özdemir’den geldi. Kendisine bu harika çizimi için tekrar teşekkür ediyoruz.

Gelecek sayı biraz farklı olacak. Haziran ayı seçkinin yıl dönümü. Ancak sizden kısa bir nefes arası da bizim için vermenizi rica ediyoruz.

Sürprizlerle dolu özel sayımızı, haziran ayında değil Temmuz 2020’de yayımlayacağız. Sizden doğrudan alacağımız öyküler ise Ağustos 2020 sayısı için olacak.

ARAF” temalı öykülerinizi 25 Temmuz 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Her zaman olduğu gibi Öykü Gönderim Koşulları’na göz atmayı lütfen unutmayın.

Temmuz ayında özel sayı ile burada olacağız. O zamana kadar geçmiş yıllarda hazırladığımız özel sayılara buradan ulaşabilirsiniz.

Sağlıklı kalın. Keyifli okumalar!
Onur Selamet

image

Londra Nehirleri | Kitap İnceleme

"Londra Nehirleri tam olarak Harry Potter büyüyüp polis teşkilatına katılsa işlerin nasıl olacağını anlatıyor. Eğlenceli ve fazlasıyla muzip."
-Diana Gabaldon
Epsilon Yayınları, 2019
Çevirmen: Aslı Dağlı
Düzelti: Su Akaydın
Kitabın arkasında bu alıntıyı görünce kendi kendime gülmüş ve şöyle demiştim: İşte hayatında hiç Dresden Dosyaları okumamış bir yazarın yorumu... Ama kitabı bitirdikten sonra Diana Gabaldon'un ne kadar haklı olduğunu görebiliyorum. 

Londra Nehirleri uzun zamandır ilgimi çeken bir kitaptı. Bunun bir sebebi Dresden Dosyaları’yla benzerlikler içermesiydi. Diğer sebebiyse çevirmeni Aslı Dağlı’nın heyecanlı yorumları. 

Kitap alışılmışın aksine İngiltere’de, modern Londra’nın göbeğinde geçiyor. Başkarakterimiz Peter Grant yeni yetme bir polis memurudur ve tüm çaylaklar gibi bütün istenmeyen işler ona yıkılmaktadır. Bir gece Aktörler Kilise'sinde başsız bir ceset bulunur ve suç mahallinde sabaha kadar nöbet tutup oraya kimseyi yaklaştırmama görevi Peter ve teşkilattaki en iyi arkadaşı (aynı zamanda da hoşlandığı kız olan) Lesley’ye düşer. 

Gel gelelim Peter çok geçmeden hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşır, gerçek bir hayaletle… Dahası, onunla konuşabildiğini de fark eder. Akabinde kendisini Thomas Nightingale adlı bir üstünün emrinde bulur. Çok geçmeden Nightingale’in teşkilattaki tek büyücü polis olduğu ortaya çıkar. Peter’ın büyüye yatkınlığını fark eden adam onu kendine çırak olarak almaya karar verir. Çok ama çok uzun yıllardan beri ilk kez olmaktadır bu. 

Peter eğlenceli bir karakter. Hem zeki, hem komik hem de akıllı biri. Olup olmadık yerlerde yaptığı zıpır yorumlar insanı gülümsetiyor. Kitap birinci şahıs açısından yazıldığından düşüncelerini, esprilerini vs sık sık duyabiliyoruz. Bu da Dresden Dosyaları ile olan benzerliğini bir parça arttırıyor.

Yazar Ben Aaronovitch ilk başta bize onu Londralı, sıradan bir polis memuru olarak tanıtıyor. Ama sonra, 50’li sayfalara geldiğimizde kendisinin aslında siyahi bir melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın önyargıları kırmak adına yaptığı bu hareketi zekice buldum doğrusu. Babası eski bir caz sanatçısı, o nedenle bu müzik türü hakkında epey yorum var kitapta. 

Peter aynı zamanda tam bir bilim insanı. Bu da büyüye bilimsel açıdan yaklaşmasını ve her şeye mantıklı bir açıklama getirmeye çalışmasını sağlıyor. Onu Harry Dresden’den ayıran bir diğer şeyse polis teşkilatının bir parçası olması. Harry’nin aksine, polisliğin getirdiği tüm avantajlardan ve modern soruşturma tekniklerinden faydalanabiliyor. Destek birimi çağırıyor, rozetini göstererek bir yerlere girebiliyor, bilgisayar kullanarak veri bankalarına ve sokak kameralarına ulaşıyor. Diğer polis memurları çoğunlukla onunla beraber çalışıyor. 

Londra da büyülü bir şehir olarak oldukça güzel tasarlanmış. Hele yazar nehirleri öyle başarılı bir şekilde kullanmış ki sırıtmadan edemedim. Londra’nın meşhur Thames Nehri’ni bilirsiniz. Bunun bir de kolları vardır; Aşağı Thames, Yukarı Thames, Tyburn, Beverley, Oxley… Yazar bunların her birinden bir karakter yaratmış ve onları nehrin tanrı ve tanrıçaları olarak betimlemiş. Kitabın adı da buradan geliyor zaten. Onlara ek olarak vampirler, periler ve troller gibi başka doğaüstü canlılar da kol geziyor şehirde. Kitap hem nehir halkının arasındaki bir sürtüşmeyi hem de yazının başında belirttiğim başsız ceset soruşturmasını konu alıyor. Hikâye içinde hikâye anlatmış yani yazarımız. 

Kitabın sevmediğim yanı betimlemelerin çokluğu oldu. Yazar Ben Aaronovitch Londra’yı neredeyse cadde cadde, sokak sokak anlatmış. İlk başta keyifli olan bu durum ortalara doğru bezdirici, sonlara doğruysa (benim için) can sıkıcı bir hâl aldı. Falanca sokağın filanca köşesinde hangi barın, hangi restoranın veya alışveriş merkezinin olduğunu bilmesem de olurdu. Özellikle de hikâyeye hiçbir katkısı yoksa. 372 sayfalık kitabın 350. sayfasında hâlâ falanca mahallenin filanca özelliklerini okumak pek de eğlenceli olmuyor. 

Sevmediğim diğer şeyse Peter’ın her şeyi çok çabuk kabullenmesi… Sokakta bir hayalet görüyorsunuz, büyü diye bir şeyin gerçekten de varolduğunu öğreniyorsunuz, tuhaf canlılarla karşılaşıyorsunuz… İnsan bir şaşırır, afallar, değil mi? Peter ise sadece tamam deyip içinden birkaç yorumda bulunuyor ve soruşturmasına sanki hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam ediyor. Bu da işin inandırıcılığını bir parça azaltıyor. Ayrıca başına arka arkaya çok fazla olumsuzluk geliyor. Tam bir işe kalkışacakken olmadık bir aksilik yaşanıyor ama hop! Peter uzun içsel diyaloglar eşliğinde buna hemen zekice bir çözüm buluyor. Ama hop! O fikrini gerçekleştiremeden önce yine bir terslik yaşanıyor. Onu halletti derken bir tane daha, bir tane daha… Tamam, Harry Dresden’in de başı beladan hiç kurtulmaz ama Peter’ın her bölümde sürekli paçayı son anda kurtarması sonlara doğru yordu beni. Öte yandan Dresden Dosyaları’nın ilk kitabını da çok sevmemiştim. Ama seri ikinci cildiyle şaha kalkmıştı. Bu serinin puanları da o yönde gidiyor. 

Bu ikisi haricinde genel itibariyle sevdiğim bir kitap oldu Londra Nehirleri. Favori karakterim, kesinlikle büyücü ustası Nightingale. Kendisi hakkında daha çok şey öğrenmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. 

Çeviri ve editörlük kısmına gelirsek, Aslı Dağlı tam bir uzun cümleler kraliçesi. Yazarın o uzun mu uzun betimlemelerini bölmeden, anlamını bozmadan aktarabilmek gerçekten de büyük maharet. Aynı şekilde, yazar hem Londra’nın bugünü ve geçmişi hem modern kültür hem de televizyon dizilerinden caz müziğe kadar pek çok dalda at koşturduğu için tüm bunları çevirmen notlarıyla desteklemiş. Böylece okurken konudan kopmamamızı sağlamış. 

Mesela, “Scientia potestas est,” diye Latince bir cümle geçiyor kitapta. Peter bunun ne anlama geldiğini merak ediyor ve doğaçlama yapmaya başlıyor. 

Sigortacıları protesto et, diye akıl yürüttüm. Sicilyalılar Protestan’dır? Sicilyalılar her boku protesto eder? Sicilya patatesleri bir harikadır? Yanlışlıkla protesto meraklısı, patates sever Sicilyalıların arasına mı düşmüştüm?

Mesleki merakıma dayanamayıp bunun orijinaline baktım. Kitapta aslında ne yazıyordu? Aslı nasıl çevirmişti? Neler dönmüştü orada? Paragrafın orijinalini gördüğümdeyse Aslı’ya şapka çıkarttım. 

Science points east, I wondered? Science is portentous, yes? Science protests too much. Scientific potatoes rule. Had I stumbled on the lair of dangerous plant geneticists?

Bu cümleler “scientia potestas est” cümlesindeki ses uyumunu bozmadan ancak bu kadar güzel çevrilebilir herhâlde. Genel olarak bir-iki ufak yazım hatası haricinde bir sorun göremedim. O kadarı da normal artık. Bu arada, Epsilon Yayınevi’ne kitabın ismini “Londra Nehirleri” olarak bıraktıkları (Amerika baskısının “Midnight Riot” gibi alakasız bir adı var) ve orijinal kapak kullandıkları için teşekkür ederim. 

Son olarak kitabın yetişkin temalı olduğunu, Peter’ın birçok kez beyni donuna düşmüş gibi düşündüğünü belirteyim. Öyle çok aşırı bir cinsellik yok ama. İkinci kitabı temkinli bir merakla bekliyorum.
image

Neredesin sen?!


Geçen gün bilinmeyen bir numara beni aradı. Ben de gayri ihtiyari açmış bulundum. Ben daha alo bile demeden karşıdan öfkeli bir kadın sesi geldi.

"Neredesin sen?!"
"A-Alo?"
"NEREDESİN SEN DEDİM!"
"Eee... Kimi aramıştınız?"
"Bırak numarayı! Cevap ver bana!"
"Kimsiniz hanımefendi?"
"Asıl sen kimsin?!"
"İhsan ben. Siz kimsiniz?"
"Kim, kim?"
"İhsan..."
"..."
"...alo?"
"Ay, yanlış oldu galiba!"

GÜM! diye kapattı sonra da telefonu suratıma. Evlenmeden neredesin sen diyen hatun azarı da işittim ya, ölsem de gam yemem artık :)
image

Geçmişin Gölgesi...

Son kitabım basılalı 7 yıl olmuş. O zamandan beri tek tük toplu seçkiler dışında ne bir roman yazdım ne de hikâye. Aklımda 3-4 farklı macera vardı hâlbuki. Biri polisiye, ikisi bilimkurgu, biri fantastik... Ana hatlarını az çok hatırlıyorum aslında ama hiçbirini yazamayacağım anlaşılan. Ne enerjim var ne isteğim ne de vaktim.

Bir de paslanmışlık var tabii... Yazarlık da demir gibi; işledikçe parlıyor. Yazdıkça üslup gelişiyor, kelime oyunları ve bugün okuyunca "Bunu ben mi yazmışım?" dedirten etkileyici cümleler birbirini kovalıyor. Ama yazmaya ara verince hepsi uçup gidiyor işte... Oturup bir şeyler yazayım desem bile çıkmıyor artık kelimeler. 

Çevirmenlikte de hissediyorum bazen bunu; hep aynı kelime dağarcığını ve sözcük yapılarını kullanıyorum. Blog yazısı yazmak bile zor geliyor bazen.

Neyse... Güzel zamanlardı. Aşkın ağabeyim sayesinde kısa süreli de olsa bir hayalimi gerçekleştirmiş, doya doya yaşamış oldum en azından :) Bu da böyle bir iç döküş olsun.
image

Karaktersiz karakter!


Çevirdiğiniz bir kitaptaki neredeyse hiçbir karakteri sevmemek ne kadar kötü bir şeymiş yahu... Son çevirdiğim romanda 5 farklı baş karakter var ve bunların dördünden nefffretler ediyorusss kıymetlimisss. 

Yaptıkları her hareket bana mantıksız geliyor. Olmadık yerde (bana göre) olabilecek en saçma kararları veriyorlar. 500 sayfa boyunca neredeyse hiçbir şey yapmıyor, kitap boyunca arpa boyu kadar gelişim kaydetmiyorlar. Aynı şeyleri defalarca ve defalarca düşünüyor, söylüyor veya hatırlıyorlar. Hâl böyle olunca da onlarla ilgili bölümler bir türlü bitmek bilmiyor. Her sayfa işkence gibi geliyor. 

Ama en kötüsü bölüm sonları. Mesela A karakterinin bölümü bitiyor. "Oh be, kurtuldum senden!" diye sevinç çığlıkları atarak bir sonraki sayfaya geçiyorum ve ne göreyim?! Bu sefer de hiç sevmediğim B karakterinin bölümü başlamış. İşte o anda Cengiz Kurtoğlu'ndan "Önce Birkaç Damla Yaaaaş..." çalmaya başlıyor arka planda...

Bit artık, bit...
image

Sayı #129: “Virüs Öyküleri”

Virüs Furkan Avcı
Çizim: Furkan Avcı

Tarihe tanıklık etme hissinden yorulduk. Felaketler sırayla kapıdan içeri giriyor. Elleri dolu. Hoş gelişler, hayırlı oluşlar. İçeri geçip oturuyorlar. Terlik yetişmiyor. İçerisi sıcak. Soğuk. Yağışlı. Kurak.

İçeride nefes almak çok zor. Boğaza oturuyor. Felaketler hediye kutularını işaret ediyor. Açmayacak mıyız? Terlikleri bile eş değil. Gözleri parlıyor. Onları kızdırmak istemiyoruz. Kolonya ikram etsek, terliğin tekini bulsak ya da hiçbir şey demeden hepsini kapı dışarı etsek.

Mümkün değil. Diğer odaya geçip paketi açmalı. Kutunun duvarları titreşip duruyor. Diğer hediyeler hâlâ salonda bizi bekliyor. Kurdele çözülüyor. Sadece rüzgâr ve kanat sesleri.

Köşedeki battaniyenin altına geçip salonda bizi bekleyenleri unutmak istiyoruz. O sırada aklımıza gelen bütün öyküleri bir bir anlatıyoruz. Biz susana kadar salondakiler yok oluyor.

*C 19 m11* adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Adı Malum adlı öyküsü ile Tunahan Kafa

Ağıtlarla Mühürlenmiş Sessizlik adlı öyküsü ile Funda Kartal

Akça Vadi’nin Bağrında Yetişen Semavi Kız adlı öyküsü ile Oğuzhan Karacaoğlan

Al Köpüklü Yağma adlı öyküsü ile Cihangir D.

Alev Topu adlı öyküsü ile Turgay Yıldırım

Araştırma adlı öyküsü ile Dilek Elmas

Arınmış Krallığın Esareti adlı öyküsü ile Kürşat Akbulut

Aşkın Bir Rengi Olsa adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Balığın Günlüğünden adlı öyküsü ile Umut Kaygısız

Belgaroth’un Düşüşü adlı öyküsü ile Samet Yayla

Bir Yokoluş Alegorisi (Deliryum) adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Birinci Gün adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Büyük Şeyler adlı öyküsü ile Oruç Can Hasmaden

Dayanılmaz Acı adlı öyküsü ile Nuri Kurucu

Dışarıda Sahipsiz Bir Balon Var adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Dyo Istories adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Etimolojik Kaos adlı öyküsü ile Erdem Tekin

Femirüs adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Gece Gölgesi adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Günayaz adlı öyküsü ile Mehmet Önder D.

Hurdacı adlı öyküsü ile Okan Bedir

           – K1 adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Kıvılcım adlı öyküsü ile Erdem Aydınlı

Kızıl Sis Öyküsü adlı öyküsü ile Mustafa Bozkurt

Koza adlı öyküsü ile Tolga Eligül

Lanete Dönüşen Masum Dilek adlı öyküsü ile Dilek Yılmaz

Naime ile Kazım adlı öyküsü ile Atakan Güngör

Neviruz adlı öyküsü ile Enver Yunusoğlu

Ölümle Hasbihâl adlı öyküsü ile Murat Çelik

Ölümle Yaşam Arasında Geçen Günler adlı öyküsü ile Ayşegül Çalı

Popstranın Boy Aynası adlı öyküsü ile Sena Gölebakar

Proje: Aldva adlı öyküsü ile Ali Sarp Sunay

Salgın ve Şaman adlı öyküsü ile Oğuz Can Acar

Sekizinci Sabah adlı öyküsü ile Yakup Akgül

Sessizlik adlı öyküsü ile Samet Öz

Şeytanların Düşüşü adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Sır adlı öyküsü ile Naki Selmanpakoğlu

Son Oda adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Sorular adlı öyküsü ile Zübeyr Kocaaslan

Tuhaf Bir Sabah adlı öyküsü ile Alperen Yaman

Uyan, Uyanır Mısın, Evrensel Bir Mesajımız Var adlı öyküsü ile Aycan Gökgöz

Virüs Kim? adlı öyküsü ile Büşra Nur

Viyolog adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Yedi Yüz adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Yok Eden Evlat adlı öyküsü ile İlhan Kahraman

Yuvaya Veda adlı öyküsü ile Kemal Sinan Özmen

129. defa okurun karşısına geçtiğimiz bu sayıda “VİRÜS ÖYKÜLERİ”ni konuk ettik. Tema illüstrasyonu Furkan Avcı’dan geldi. Kendisine çizimi için teşekkür ediyoruz.

Gelecek ay 130. sayıda “MASAL” teması ile karşınıza çıkacağız.

Masallarınızı 10 Mayıs 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresinden bizimle buluşturabilirsiniz.

Hikâyelerinizi paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’na mutlaka göz atmayı unutmayın.

Sağlıklı günler diliyoruz,
Onur Selamet

image

Sayı #128: “Mühür Öyküleri”

Mühür
Çizim: Melike Aysal

Tüm dünyayı mühürleyip gitmek için en doğru an’dayız. Kaçamadığımız her saniye gerçekler biraz daha büyüyor. Gözlerimizin içinde dönüp duran görüntüler hiç tekin değil.

Hepsini sonlandıracak gücümüz yok. Ama kırabileceğimiz bazı mühürler var. Onları bozup bazı hayallerin özgür kalmasını sağlayabiliriz. Birbirimize hikâyeler anlatabiliriz.

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi 11. yılına doğru hızla ilerlerken 128. sayısında “Mühür Öyküleri“ni konuk etti.

3. Ay Çağı: Ortkhan Miti adlı öyküsü ile Samet Yayla

Açılmamış Mektuplar adlı öyküsü ile Kürşat Akbulut

Afiyet Hanım ile Kuru Sultan Arasındaki Et Dalaşına Dair adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Ağırlık adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Asım Bey’in Tuhaf Hikâyesi adlı öyküsü ile Nuri Kurucu

Bir Gezegenin Kapatılışı adlı öyküsü ile Oruç Can Hasmaden

Burun Delikleri ve Nohutlar adlı öyküsü ile Osman Eliuz

C19 adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Cadı Katı adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Düşük Bütçeli adlı öyküsü ile Selim Haskırış

Eti Senin Kemiği Benim adlı öyküsü ile Murat Akgül

Exlibrisin Gizlediği adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Gerçeğin Hüznesi adlı öyküsü ile Ferhad Butimar

Görülmüştür adlı öyküsü ile Hasan Alkan

İadeli Taahhürlü adlı öyküsü ile Erdem Tekin

İkinci Kez Doğmak Mümkün mü? adlı öyküsü ile Tunahan Kafa

Kara Orman ve Şeker Koması adlı öyküsü ile Oğuzhan Karacaoğlan

Kırk Milyonuncu Kurban adlı öyküsü ile Funda Kartal

Koca Ana’nın İzinde adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Küçük Bir Ziyafet adlı öyküsü ile Turgay Yıldırım

Kutsal Mühür adlı öyküsü ile İlhan Kahraman

Kutu adlı öyküsü ile Dilek Elmas

Lahitteki İz adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

Lâl Mühür adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Moht adlı öyküsü ile Abdullah Emre Aladağ

Mührün Sırrı adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Mührünü Yalayanlar Cemiyeti adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Mühür Kafalı Bacılar adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Nereden Bakarsan adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Okyanuslar ve Kaptanlar adlı öyküsü ile Kemal Sinan Özmen

Palyaço, Parmak, Çocuk adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Sen Nasıl Bi’ Kralsın Ya! adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Siyah Kardan Adam adlı öyküsü ile Kubilay Duzman

Sızım Sızım Dünya adlı öyküsü ile Deniz Yenihayat

Son Mühürsüz Evrak adlı öyküsü ile Eyüp Can Yalçın

Tepegöz ve Şaman adlı öyküsü ile Oğuz Can Acar

Uyuyalım mı? adlı öyküsü ile Umut Kaygısız

Zarfın Gizemi adlı öyküsü ile Kubilay Günay

128. defa sazı elimize aldığımız sayı işte böyle gelişti. Yeni temanın illüstrasyonu ise Melike Aysal‘dan geldi. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Nisan 2020 teması ise birçok okurumuzun tahmin edebileceği gibi “VİRÜS” oldu.

Virüs temalı öykülerinizi 6 Nisan 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.

Öykülerinizi bizlere ulaştırmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’nı dikkatlice okuduğunuzdan lütfen emin olun.

Gelecek sayı yine burada olmayı umut ediyoruz. Biraz daha yaşamayı.

Kendinize dikkat edin,
Onur Selamet

image

Sayı #127: “Piramit Öyküleri”

Çizim: Emre Alagöz

Tarihin gizemli yanları içimizi kemiren birer kurt. Kayıp kıtalar, bilinmeyen ırklar, kaybolan emanetler… Piramitler. Nasıl inşa edildiklerini izah etmek uzmanların işi. Kimi tahminlerle her şeyi baştan kurmak ise hikâye anlatıcılarının. Anlatmak insanı kemirip duran kurtları bir süreliğine de olsa oyalıyor.

Bir süreliğine de olsa hep birlikte doyuyoruz. Sırları çözmek için fazla iddiasızız. Yeni sırlar yaratmak için fazla yorgun.

Anlatmak için daima hazır.

Piramit Öyküleri, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nin 127. konuğu oldu.

0. Kat adlı öyküsü ile Tunahan Kafa

Abanoz Muhakeme adlı öyküsü ile Oğuzhan Acar

Adayan adlı öyküsü ile Nuri Kurucu

Akhenaton Bir Mısır Tanrısı adlı öyküsü ile Nadire Yıldırım

Alfa adlı öyküsü ile Çağrıl Taştan

Artık Güvercinlere Yer Yok adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Arzın Merkezine Tepetaklak adlı öyküsü ile İlker Çonay

Atmacanın Yankısı adlı öyküsü ile Merve Aydın

Ayrılış adlı öyküsü ile Murat Gil

Badem Lal Denizlerde Sonsuza Dek Yüzecek adlı öyküsü ile Murat Akgül

Ben, Razga adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Bir Garip, Üç Tanrı adlı öyküsü ile Oruç Can Hasmaden

Bir Tanrının Günlüğü adlı öyküsü ile Emre Eryılmaz

Bir Zelanda Hikâyesi adlı öyküsü ile Latif A. Kaya

Boşluklu Safidan ile Uçkuhan adlı öyküsü ile Sena Gölebakar

Buluşma adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Büyük Gün adlı öyküsü ile Sina Ahmet İşsever

Camdan Piramit adlı öyküsü ile Elif Öner

Dört Yüz adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Eğer adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Ekinoks Horoskopu ve Zodyak Vahası adlı öyküsü ile Oğuzhan Karacaoğlan

Gönülsüz Yolculuk adlı öyküsü ile Günay Hakan

Her Dilek Bir Ölümden Gelir adlı öyküsü ile Kürşat Akbulut

Katil Maslow Tarafından Planlanmış Bir İntihar Vaka’sı adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Kemik Biti adlı öyküsü ile Okan Bedir

Khnum’un İradesi adlı öyküsü ile İbrahim Halil Özakıncı

Kim? adlı öyküsü ile Umut Kaygısız

Kökler ve Dallar adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Mimar Nemjed adlı öyküsü ile Bahadır Satır

MO adlı öyküsü ile Kubilay Duzman

MOSES-RISE adlı öyküsü ile Çağlar Bozkurt

Nereden Çıktı Bu Geometri Sevdası? adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Ölüm Piramidi adlı öyküsü ile Selçuk Şakır

On Katlı Birinsan Piramidinin İçinden Geçenler adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Piramidin Elçisi adlı öyküsü ile Kemal Sinan Özmen

Piramidin Sırrı adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Piramidin Sureti adlı öyküsü ile Mustafa Bozkurt

Saat Altıda Piramit’te adlı öyküsü ile Aycan Öztekin

Sakkara’nın Laneti adlı öyküsü ile Emrah Çetinkaya

Tanrı Tohumu adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Tarikat adlı öyküsü ile Dilek Yılmaz

Taşeron adlı öyküsü ile Önder Baran Tunç

Yalın ve Ballı adlı öyküsü ile Eren Kalkavan

Yaşamın Çekiciliği Ölümdendir adlı öyküsü ile Funda Kartal

Zamanın Kumları adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Sırların arasında kaybolup yeni maceralara atıldığımız Seçki’de, 127. ay işte bu şekilde tamamlandı. Yeni sayının kapağı ise Emre Alagöz’den geldi. Ayrıca biraz aşağıda Piramit Öyküleri için yine sevgili Alagöz tarafından hazırlanan alternatif kapağa da ulaşabilirsiniz.

Mart 2020 temasında “MÜHÜR” ile karşınızda olacağız.

Mühür temalı öykülerinizi 7 Mart 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Öykülerinizi bizimle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’na göz atmayı ihmal etmeyin.

Gelecek sayıda görüşmek üzere, keyifli okumalar!
Onur Selamet

image

Yeni Çeviri: Witcher Evreni

Witcher roman ve oyunlarının tüm hikâyesinin kısa bir özetini içeren "Witcher Evreni" adlı başucu kitabı için yaptığım çeviri önümüzdeki ay Pegasus Yayınları'ndan çıkıyor.

Ciltli, büyük boy, kuşe kâğıt ve illüstrasyonlu bir çalışma olan kitap Kürelerin Birleşimi'nden itibaren Kıta'nın tarihini, coğrafyasını, ırklarını, din ve büyü sistemlerini detaylı olarak özetliyor. Sonrasında Witcher'ların ortaya çıkışından söz ediliyor. Son olarak da ilk kitaptan son oyuna dek Rivyalı Geralt'ın hikâyesi anlatılıyor. O yüzden tüm kitapları ve oyunları bitirmediyseniz son bölümü okumayı ertelemenizi tavsiye ederim, yoksa sürpriz bozan etmenlerle (spoiler) karşılaşırsınız.

Kitapta yer alan bilgiler Dandelion, Villentretenmerth, Yennefer, Vesemir ve Geralt'ın ağzından anlatılıyor. Bunun yanı sıra hem CDPR'ın oyunlar için çizdiği hem de bu kitap için özel olarak hazırlanmış, kimi tam sayfa olan bir sürü görsel yer alıyor sayfalarda. Anlatıların yanı sıra hemen hemen her sayfada küçük anektotlar, bilgi kutucukları, efsaneler, hayali kitaplardan alıntılar gibi şeyler de var.

Witcher serisinin editörü Kemal Küçükgedik'le birlikte çalıştığım bu başvuru kitabı 4 Şubat'ta bizlerle olacak. Dilerseniz şimdiden hatırı sayılır bir indirimle ön sipariş verebilirsiniz.

Keyifli okumalar dilerim.
image

Sayı #126: “Uçan Daire Öyküleri”

Çizim: Murat Gürdal Akkoç

2020. Bilimkurgu anlatılarında karşımıza çıkabilecek bir sayı. Uçan kaykaylar, ışınlanma, gezegenler arası yolculuk… Beklentiler bu yöndeydi. Elimizde ise genel anlamda yanan bir ateş topu var. Söndürmek için yapılabilecekler sayılı.

Hikâyeler anlatmak bunlardan birisi. Olabilir. Öyle umuyoruz. Yangına suyla koşmanın en güzel yolu.

Her şeyi değiştirecek bir dış güç. Bekleniyor. Bir kahraman. Bir kıyamet. Bir uzaylı istilası. Yine de cevabı kendinde aramak daha doğru. Uçan daireler şu an etrafımızda uçuşsa diğer an evlerine dönmek isteyebilir.

Burası ne dost ziyaretine ne de istilaya uygun. Burada kendi kendimizi bitirmenin kitabı yazılıyor. O kitaba savaş açan öyküler ise hemen aşağıda.

Uçan Daire geri dönsün.

0204 Sokak adlı öyküsü ile Emrah Çetinkaya

45 Saniye adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Açlık adlı öyküsü ile Selçuk Şakır

Ankara Semalarında Uçan Daire ve Bir Ajan adlı öyküsü ile Gökhan Kırdı

Aşk Bu Mavi Mermerlere Yazılı adlı öyküsü ile Merve Aydın

Aşkın Tahripkâr adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Aydaki Balta adlı öyküsü ile Eren Kalkavan

Balonlar Daire Değil ki adlı öyküsü ile Bahadır Uğur Yüksel

Başı Sonu Yok adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Bekçi adlı öyküsü ile Mustafa Özgör

Bu Bir Star Wars Hikâyesi Değildir adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Daireler adlı öyküsü ile Murat Akgül

Dairesel Üçgen adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Deve Kuşu adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Dolunay adlı öyküsü ile Osman Eliuz

Düş Telaşı adlı öyküsü ile Sema Dursun

Galaksinin Koruyucuları adlı öyküsü ile Murat Çelik

Geceye Doğru adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Gizli Gözcüler adlı öyküsü ile Oğuzhan Acar

Göçmen Ağaçlar Diyarında Bir Gün adlı öyküsü ile Ecem Engin

Hayali İcat adlı öyküsü ile Serçe Şahin

Hepsini Anlatıyorum adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Her Biri Bir Öykü Hayatın Tuhaflıkları: Bir Uçan Daire Macerası adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

İstilacı Küplere Çamurdan Muskalar adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Kaçış Planı adlı öyküsü ile Tunahan Kafa

Karanlığa Veda adlı öyküsü ile Kemal Sinan Özmen

Kırmızı Pabuçlar adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Küçük Bir Hayal adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Nebula adlı öyküsü ile Nur Morçiçek

Pax Yozgat adlı öyküsü ile Önder Baran Tunç

Quetzalqualt adlı öyküsü ile Çağrıl Taştan

Saçmalık adlı öyküsü ile Mustafa Bozkurt

Som Bahar İçin Adım Bohçaları I adlı öyküsü ile Serhat Merdivenci

Üç Saat adlı öyküsü ile Atakan Güngör

Üçüncü Çocuk adlı öyküsü ile Handan Aygül

Uçurulmayan Daire, Yıkılan Hayaller adlı öyküsü ile Oruç Can Hasmaden

Yadigâr adlı öyküsü ile Deniz Kazanoğlu

Yatır adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Yeşil Işık adlı öyküsü ile Sina Ahmet İşsever

Uçan Daire istilasına uğradığımız 126. sayımız işte bu şekildeydi. Yeni sayımızın kapak illüstrasyonu ise Murat Gürdal Akkoç tarafından çizildi. Kendisine güzel çizimi için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Şubat 2020 sayımızın temasını “PİRAMİT” olarak belirledik.

Piramit temalı öykülerinizi 5 Şubat 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Öykülerinizi bizimle paylaşmadan önce lütfen Öykü Gönderim Koşulları’na dikkatlice göz atın.

Gelecek sayı yeniden görüşmek üzere.

Keyifli okumalar!
Onur Selamet

image

Yeni Yazar Çevirmek Ya da Çevir(e)memek...

Yeni yazarların çevirilerini yapmayı sevmiyorum. Yazım stilleri, üslupları o kadar farklı ki yazdıklarını Türkçeye çevirmek cidden zor oluyor. 

Mesela Asimov, Kim Stanley Robinson ya da GRR Martin gibi ustaların ya da China Mieville, Ted Chiang ve Brandon Sanderson gibi görece yeni yazarların eserlerini çevirdim. Onların süslü, edebi dilleri ya da teknik terimleri de insanı zaman zaman zorluyor ama en azından cümle yapıları düzgün oluyor. Cümlenin başı şarkta, sonu garpta olmuyor. A'dan bahsederken birdenbire B'ye geçmiyorlar. "Ve" ile bağladıkları cümlelerin anlam bakımından bir bütünlüğü oluyor.

Yeni yazarlar da... nasıl desem... bir zorlama var. Yazdıkları güzel görünsün, havalı görünsün diye o kadar kasıyorlar ki that'lar which'ler havada uçuÅŸuyor. Basit bir dille anlatılabilecek bir ÅŸeyi mümkün olan en devrik ve ters ÅŸekilde yazıyorlar. Kulaklarını tersten tutuyorlar diyeyim hadi. Alakasız yerlerde satır başı yapıyorlar; cümlenin başı ayrı, sonu ayrı paragrafta oluyor. 
Okurken ne demek istediğini gayet iyi anlıyorsun. Ama iş Türkçeye "güzel ve akıcı" bir şekilde çevirmeye gelince resmen tıkanıp kalıyorum. Öyle yazıyorum olmuyor, böyle yazıyorum olmuyor. Sadık kalayım diyorum, "çokomel" gibi oluyor. Güzel yazayım diyorum, yazarın hiç kullanmadığı kelimeler katmak zorunda kalıyorum bu sefer de işin içine.

Kısacası... yeni yazarların dilini sevmiyorum 🙄
image

Sayı #125: “Mızrak Öyküleri”

Mızrak
Çizim: Öykü Su Baskın

Mızrağın düştüğü yerde anlatılacak sonsuz öykü var. Yola çıktığı an, havada süzülüşü, irtifa kaybı, toprağın içine saplanışı. Orada filizlenen yeni bir yaşam. Anlatmaya değer sayısız ihtimal.

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi sayısız ihtimalleri değerlendirmek için çıktığı yolculuğuna devam ediyor. 125. sayıda “Mızrak Öyküleri” anlatılıp durdu.

Davetli listesi oldukça kalabalıktı:

Adı Olmayanlar adlı öyküsü ile İlker Balcı

Afet-i Mızrak adlı öyküsü ile Tan Tansel

Agamendo’nun Esiri adlı öyküsü ile Seba Begum Guler

Altın Toz adlı öyküsü ile S. Ece Kaya

Avcı adlı öyküsü ile Selçuk Şakır

Aynadaki Yolcular ~ Son adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Bir Gece Anıt Mezarda adlı öyküsü ile Selim Haskırış

Bir Orman ve Maden Hikâyesi adlı öyküsü ile Ramazan Bulur

Bobokombo adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Bolkar’ın Mızrağı adlı öyküsü ile Ezgi Akbulut

Çağlar Boyu İlmihal adlı öyküsü ile Mehmet Tarık Sevim

Cehennemde Cümbüş Gezileri adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Cesedimi Uzaya Gömün adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Dijital Mızrak adlı öyküsü ile Eren Kalkavan

Dünden Bugüne On Sene adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

El Fatiha adlı öyküsü ile Serçe Şahin

Geç Kalan Ölüm adlı öyküsü ile Taha Enver Arman

Gecede adlı öyküsü ile Sitare Kansay Sarayönlü

Gecikmiş Kıyamet adlı öyküsü ile Önder Baran Tunç

Günceler adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Güneş Bir Mızrak Boyu Daha Yükseldikten Sonra adlı öyküsü ile Aycan Gökgöz

Hastalıklı Mutluluk adlı öyküsü ile Okan Bedir

Hisler, Anılar, Acılar adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Horus’un Gözü, Nil’in Anahtarı adlı öyküsü ile Pelin Kaboğlu Öğreten

İkna Olunur mu? adlı öyküsü ile Hilal Kırkgöz

İmbroza adlı öyküsü ile İlgi Uğuroğlu

Kalbi Dışarıda Doğan Kızla, Kırk Yıldır Öfkesi Dinmeyen Adamın Hikâyesi adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Kelebeğin Rüyası adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

O Akşamüstü Neler Olduğunu Çok Geç Anladım adlı öyküsü ile Osman Alp Denizler

Razga’nın İğnesi adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Sarı Kurtuluş adlı öyküsü ile Can Çelikel

Sırtımdaki Mızrak adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Spaknios’un Ruhu adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Sultanın Mızrağı adlı öyküsü ile Gökhan Kırdı

Telephos’un Yarası* adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Traka’nın Kayıp Mızrağı adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Yanlış Anlaşılan Aşk Destanları adlı öyküsü ile Aycan Öztekin

Mızrak Öyküleri ile geçen 125. sayımızda durumlar işte böyleydi. Temanın illüstrasyonu ise Öykü Su Baskın’dan geldi. Kendisine bu güzel çalışması için tekrar teşekkür ediyoruz.

Yeni yılın ilk sayısında yine burada olacağız. Ocak 2020’nin teması “UÇAN DAİRE” olarak belirlendi.

Uçan Daire öykülerinizi 1 Ocak 2020 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.

Çalışmalarınızı bizlerle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’nı dikkatlice okumayı lütfen ihmal etmeyin.

Yeni yılda görüşmek üzere.

Keyifli okumalar dileriz!
Onur Selamet

image

Mieville, Bekle Beni!

Güzel bir haberim var!

China Mieville’in tüm kitaplarının yeni baskılarının editörlüğü bundan sonra bende. Hatta (bir aksilik olmazsa) sonraki kitaplarının çevirilerini de ben yapacağım.

Yeni Paris’in Son Günleri incelememden sonra Yordam Kitap’ın sahibi Hayri Bey’den beni hem şaşırtan hem de sevindiren bir e-posta aldım. Kendisi eleştirilerimi inanılmaz bir anlayış ve olgunlukla karşıladı. Hem teşekkür etti hem de Mieville’in seri editörlüğünü önerdi bana.

Küçük bir deneme düzeltisinin ardından hem yayınevinin editörü hem de Hayri Bey sonuçtan oldukça memnun kaldılar ve seri editörlüğü için el sıkıştık. İlk kitap (yine bir aksilik olmazsa) baskısı tükenen "Elçilik Kenti" olacak. 

Ama önce elimdeki çeviriyi (Dagger and Coin 2) bitirmem lazım. Ki ona da daha bu hafta başladım. O nedenle en erken Nisan 2020 gibi çalışmalara başlayabileceğim. O yüzden nefesinizi tutmayın :)
image

Yeni Paris’in Son Günleri | Kitap İnceleme


China Miéville için son on yılın en yaratıcı fantastik ve bilimkurgu yazarlarından biri demek kesinlikle yanlış olmaz. Genç yaşında Arthur C. Clarke gibi prestijli bir ödülü üç kez, Locus Ödülü’nüyse tam dört kez kazanma başarısı gösteren İngiliz yazar, son derece uç noktalarda gezen hayal gücü ve orijinal kurgularıyla dikkat çekiyor. Yayımlattığı son kısa romanı Yeni Paris’in Son Günleri de yazarın bu özelliğini ziyadesiyle yansıtıyor.

Yurt dışında 2016 yılında basılan kitap bizleri İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Paris’e götürüyor. Ama bildiğimiz tarihin dışına çıkıp, alternatif bir zaman dilimi resmediyor sayfalarında. Bu yeni gerçeklikte tüm sürrealist eserler hayat bulmuş ve Paris’in sokaklarında cirit atmaya başlamıştır. Şehir halkıysa bir yandan işgalci Nazilerle savaşırken diğer yandan da sağı solu belli olmayan bu tuhaf yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Sadece bununla kalsa iyi, Nazilerin okült bilimlere olan tutkusu Cehennem ordularını da şehre çekmiş, işleri iyice çorba hâline getirmiştir. İşte bu karmaşada La Main à Plume’dan, yani sürrealist direnişçilerden biri olan Thibaut adındaki genç bir adamın başından geçenleri okuyoruz Yeni Paris’in Son Günleri kitabında.

S-Patlaması

Yeni Paris’in Son Günleri adına S-Patlaması denen, gizemli bir olay sonucunda şehirdeki tüm sürrealist eserlerin hayat bulması etrafına kurulu bir roman. Olay yaşandığı sırada Paris hâlihazırda Nazi işgali altındadır. Hitler’in askerleri tüm sokakları, tüm mahalleleri kontrol etmekte ve yerel halkı demir yumruğunun altında ezmektedir. Derken kaynağı bilinmeyen o esrarengiz patlama gerçekleşir ve sürrealizmle yakından uzaktan alakası olan her ne varsa – tablolar, heykeller, karakalem resimler, biblolar, şiirler ve daha nicesi – açıklanamaz bir şekilde hayat bulur. Böylece Paris’in kisvesi ve şehirdeki güç dengeleri sonsuza dek değişir.

Paris halkı bu sürrealist canlılara manif adını verir. Manifler doğaları gereği karmaşık canlılar. Bizim dilimizi konuşamıyorlar, insanlarla da iyi geçindikleri söylenemez. Daha çok neden orada olduklarını anlamlandırmaya, ait olmadıkları bir dünyada var olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlleri var. Bunu tam olarak başaramadıkları için de her şeyi yakıp yıkıyor, hatta Fransız ya da Alman farkı gözetmeksizin karşılaştıkları tüm insanları öldürüyorlar. Bu durum Nazilerin şehri bütünüyle kontrol altına almasına engel oluyor elbette ama Fransız direnişçilerin de manifleri tam anlamıyla bir müttefik olarak göremedikleri, hatta onlardan korktukları da bir gerçek.

Üstüne, Hitler’in kara güneş efsanesine ve okült güçlere karşı duyduğu tutku da işin içine giriyor. Karanlık sanatları kullanarak zaferlerini kesinleştirmek isteyen Naziler bir şekilde Cehennem güçleriyle anlaşma sağlıyor ve envai çeşit iblisi Paris sokaklarına salıveriyor. İblisler ve manifler birbirlerinden ölesiye nefret ediyor ve bu iki ırkın üyeleri bir sokakta karşılaştığında tam manasıyla kan gövdeyi götürüyor.

Ne ilginçtir ki, ya gençliğinde sürrealizmin sıkı bir savunucusu olduğundan ya da tamamen bilinmeyen bir sebepten dolayı, kahramanımız Thibaut ile manifler arasında sıra dışı bir ilişki mevcuttur. Normalde karşılarına çıkan her şeyi ezip geçen bu gerçeküstü varlıklar Thibaut ile karşılaştıklarında şöyle bir duraksıyor, afallıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ona zarar vermeye yönelik herhangi bir harekette bile bulunmuyor. Thibaut bu alışılmadık özelliği sayesinde direnişçiler arasında kendisine sağlam bir yer ediniyor.

Kahramanımız hem şehrine hem de yoldaşlarına son derece bağlı biri olarak resmediliyor. Ancak günün birinde (kitabın hemen başında) hiç tanımadığı bir kadın kollarında can verirken genç adamın eline bir iskambil kartı tutuşturuyor ve son nefesinde onu yaklaşan bir tehlikeye karşı bölük pörçük uyarıyor. Ne yapacağını şaşıran Thibaut, anlamlandıramadığı bir içgüdüyle kartı yoldaşlardan saklıyor. Sonrasında da ölen kadının sözlerinin arkasında yatan anlamı çözmek için düşüyor yollara. İşte bu yolculuğu sırasında Sam adındaki kadın bir Amerikalı gazeteciyle kesişiyor yolları. Sam ona bir kitap yazmak için burada olduğunu, bu uğurda Paris’in fotoğraflarını çektiğini ve burada yaşananları tüm dünyaya göstermek istediğini söylüyor. Thibaut kadına pek güvenmese de şehrinde yaşanan bu tuhaf ötesi olayların bir kitapla ölümsüzleştirilmesi fikri aklını fena hâlde çeliyor. O noktadan sonra maceramız hiç beklenmedik, şaşırtıcı yönlere doğru yelken açıyor.

Kitapta Thibaut ile Sam’in başından geçenlerin yanı sıra, 1941 yılında (yani 9 sene önce) yaşananları konu alan bazı ara bölümler de var. Bu kısımlarda Varian Fry (binlerce Nazi karşıtı ve Yahudi mülteciyi soykırımdan kurtaran ünlü Amerikalı gazeteci) ile meşhur roket bilimcisi Jack Parsons’ın (kendisi aynı zamanda okült ustası Aleister Crowley’in bir öğrencisi olur) buluşması anlatılıyor. Bu iki tarihi kişilik arasında geçen olaylar dönemin ünlü sürrealistlerine dek uzanıyor. Evet, bu kısacık romana iki farklı zaman dilimi sıkıştırmayı başarmış Mieville…

Muazzam Bir Detaycılık, Heba Olan Bir Anlatı

China Mieville bu kitabı için insanüstü denebilecek bir araştırma yapmış ve aklınıza gelebilecek her tür sürrealist esere ve sanatçıya öyle ya da böyle eserinde yer vermiş. Romandaki gerçeküstü canlıların, eşyaların ya da mekânların hiçbiri kafadan uydurma değil. Her betimleme, her yaratık gerçek bir sürrealist esere dayandırılarak yapılmış. Bir caddeden mi bahsediliyor? Bilin ki o tablo bizim dünyamızda gerçekten de resmedilmiş. Tuhaf ötesi bir yaratık mı anlatılıyor? Aslında falanca şairin filanca şiirine gönderme yapıyor… gibi gibi.

Kitapta kendilerine büyük bir yer edinen bu sürrelist eserler – manifler – çok çeşitli şeyler olabiliyorlar. Bunlardan bazıları canlı ve hareket edebiliyor, fantastik canavarlar misali şehirde hayatta kalmaya çalışıyorlar: Kurt köpeği gibi davranan ahşap masa sürüleri, vücudunun alt yarısı motosiklet olan bir kadın, on bacaklı devasa örümcekler… Bazılarıysa cansız, mimari nesneler olarak çıkıyor karşımıza: Sadece havada süzülen üst kısmından ibaret olan Eiffel Kulesi ya da içi idrar dolu, dev bir pisuara dönüşen Zafer Takı (Arc de Triomphe) bunlara verilebilecek güzel örneklerden.

Bitmedi… Altında durduğunuzda gündüzü geceye çeviren sokak lambaları, tepelerinden geçen uçakları kapan devasa çiçekler, tüm şehri imkânsız yollarla dolaşan bir tren gibi Paris sokaklarını değiştiren, başlı başına bir sürrealist tabloya çeviren bir sürü şey var kitapta. Ve burada verdiğim örnekler kitapta bahsedilen onlarca akıl almaz tezahürün çok ama çok küçük bir kısmı. Öyle ki neredeyse her sayfada yeni bir acayiplikle karşılaşıyor, bir yandan hayrete kapılırken diğer yandan da okuduklarınıza bir anlam vermeye çalışıyorsunuz.

Mieville bununla da sınırlı kalmayıp kitabın sonunda hangi manifin hangi esere bir gönderme olduğunu açıkladığı, detaylı bir ek de yazmış. İnsan yazarın gösterdiği bu muazzam detaycılığa saygı duymadan edemiyor gerçekten. Ama bu durum aynı zamanda hatırı sayılır bir kafa karışıklığına da neden oluyor. Kitabı okurken sık sık ne anlatıldığını anlayabilmek için bu eke başvurma zorunluluğu hissediyorsunuz. Bu da okuma hızınızı büyük oranda düşürüyor. En güzeli hiç bakmamak, kitap bittikten sonra okumak buraları…

Öte yandan bizler bugüne dek pek çok fantastik ve bilimkurgu eseri okumuş, birbirinden tuhaf mekân ve canlıların kelimelerle tasvir edilişine şahit olmuş insanlarız. O zaman Mieville’in anlattığı bu acayip canavarları ve mimari yapıları gözümüzün önünde canlandırmak çok da sorun olmamalı, değil mi? Ama işte tam bu noktada kitabın en büyük hayal kırıklığı devreye giriyor: çeviri sorunları.

Çeviri ve Editörlük

Eğri oturup doğru konuşalım, Yeni Paris’in Son Günleri çevrilmesi zor bir eser. Bir kere olaylar Fransa’da geçtiği için başta mekân ve sokak isimleri olmak üzere metinde pek çok Fransızca kelime var. Bunlara sürrealist akımın önde giden sanatçıları, bu akımla ilgili kavramlar ve manifestolar falan da eklenince kafanız zaten şöyle bir karışıyor. Üstüne sürrealizmden birebir esinlenilerek kaleme alınan yaratıklar ve betimlemeler girince çevirinin zorluk derecesi de otomatikman artıyor. Ve ne yazık ki çevirmen ve editör bu zorluğun altından kalkamamış. Ortaya da kitabın hakkını veremeyen, üzücü bir çalışma çıkmış maalesef. Kitaptan bir örnekle açıklamaya çalışayım:
“Kulak tırmalayan bir feryat caddeyi dolduruyor. Thibaut aniden vazgeçip bir sütun kalıntısının arkasına sığınıyor, silah doğruluyor. Savaş ona nasıl çok kıpırtısız durulacağını öğretti.”
Şimdi Thibaut burada neyden vazgeçiyor diye merak edebilirsiniz. Ayrıca o silah kimin, kendi kendine mi doğruluyor, ne oluyor diye de sorabilirsiniz. Sormalısınız da. Çünkü buradaki cümlenin aslı şöyle: “A howl fills the streets. Instantly Thibaut drops, takes cover behind the stub of a pillar, weapon raised. War has taught him how to be very still.” Yani Thibaut’nun bir şeyden falan vazgeçtiği yok, adam kendini yere atıyor. Doğrulan silah da ona ait. Bu cümlenin çevirisi aslında şöyle olmalıydı:
“Caddeyi bir feryat dolduruyor. Thibaut kendini çabucak yere atıp, silahını doğrultmuş bir vaziyette bir sütun kalıntısının arkasına siper alıyor. Savaş sayesinde nasıl bütünüyle hareketsiz kalabileceğini biliyor.”
Ek olarak, sürrealist bir betimlemeyle karşılaştığınızda çevirinin yetersizliği nedeniyle yazarın neden bahsettiğini çoğu zaman anlamıyorsunuz. Dolayısıyla da anlatılan şeyi gözünüzün önünde canlandırma şansınız da neredeyse ortadan kalkıyor. Mesela kitabın henüz 25. sayfasında şu cümlelerle karşılaşıyoruz:
“Dev ayçiçekleri her yerde kök salmış ve ayakaltındaki otlar patlama zamanına kadar mevcut olmayan bitkilerle beneklenmiş: gürültü çıkaran bitkilerle; hareket eden bitkilerle. Âşıkların çiçekleri, eliptik gözlerden yaprakları ve Thibaut temkinli bir şekilde geçerken, sallanarak onu izleyen, sapları olan yukarı doğrulmuş yılanların ağızlarında demet haline gelmiş, dönüşümlü olarak atan çizgi kalpleri.”
Bu cümlelerle ne anlatılmaya çalışıldığını anlamak çok zor gördüğünüz gibi. Bunun çevirisi de yaklaşık olarak şöyle olmalıydı:
“Dört bir yanı dev ayçiçekleri bürümüş ve zemini kaplayan çimenlerin arasında S-Patlaması’ndan önce var olmayan bitkiler var: ses çıkaran, hareket eden bitkiler. Göğe doğru yükselen yılan biçimli saplarının ağzındaki oval gözlerden ve nabız gibi atan, karikatürize kalplerden ibaret taç yapraklarıyla yanlarından dikkatle geçen Thibaut’yu izleyen, salınan âşık çiçekleri.”
Çevirinin aşırı derecede motomot (kelimesi kelimesine) yapılmış olması da bir başka büyük sıkıntı. Çoğu yerde bizim dilimizde farklı bir şekilde anlatılması gereken şeyler aynen bırakılmış, bu da ortaya çok eğreti cümlelerin çıkmasına sebep olmuş. Örneğin:
“Thibaut kendi külüstür tüfeğini getirip ateş ederken askerin kaşları çatılıyor ve tabii ki ıska geçiyor, adam aptal ve yavaş, onu hâlâ seyrederken Thibaut tüfeğini yeniden doldurup yine ateş ediyor, bu kez disponibilité ve onu yere seriyor.”
Bu cümle “motomot çeviri nedir, neden yapılmamalıdır” konusu için ders olarak okutulacak nitelikte. İngilizcesi olanlar daha iyi anlayabilsin diye paragrafın aslını da buraya koyuyorum:

“The soldier frowns as Thibaut brings his own rickety old rifle up and shoots and misses of course and reloads while the man still watches, stupid and slow, and Thibaut fires again, this time with disponibilité, and puts him down.”

Yazarın kelimelerine baktığımızda Thibaut’nun tüfeğini “getirmediğini,” bilakis “doğrulttuğunu” açıkça görebiliyoruz. Öte yandan kelimesi kelimesine çeviride “getirmek” bring’in tam karşılığı oluyor elbette. Ayrıca çevirmen, “kaşlarını çatan askeri” ilk kısmın sonuna aldığından orada ıskalayan kişi Thibaut değil de askermiş gibi bir anlam ortaya çıkıyor. O nedenle onu asıl yerinde, en başta bırakmak daha sağlıklı olurmuş. Cümlenin devamını bölmek ve ayrı olarak yazmak (her ne kadar tercih ettiğim bir şey olmasa da) burada daha anlaşılır bir sonuç verecektir. Kısacası çevirisi şöyle olmalıydı:
“Asker kaşlarını çatarken Thibaut külüstür tüfeğini kaldırıp ateş ediyor ama tabii ki ıskalıyor. Aptal ve yavaş biri olan adam hâlâ kendisine bakarken Thibaut tüfeğini doldurup tekrar, bu kez disponibilité ile (buraya bir çevirmenin notu eklenebilir) ateş ederek onu vuruyor.”
Başka bir paragrafta bir Alman savaş uçağını havada kapan, canavar bir bitkiyle karşılaşıyoruz. Cümlenin kitaptaki çevirisi şöyle:
“Messerschmitt’i ele geçiren bahçe uçak tuzaklarından daha kötü şeyler de var.”
Bu cümlede “bahçe uçak tuzağı” olarak anlatılan şeyin İngilizce metindeki aslı “garden airplane traps.” Kelimesi kelimesine bakıldığında çeviri doğru. Ancak sözcüklerin yerindeki ufak bir değişiklik ve küçük bir dokunuşla çok daha anlaşılır kılınabilirmiş:
“Messerschmitt’i ele geçiren uçak kapan bahçelerden çok daha kötü şeyler de var.”

Ek olarak, (şimdiye dek verdiğim örneklerden de fark edebileceğiniz üzere) kitabın orijinal dili geniş zaman kipiyle yazılmış. Yani kahramanımızın o anda yaşadığı şeyler, “Thibaut başını kaldırıyor. Thibaut ufka bakıyor,” şeklinde kaleme alınmış. Daha önceden yaşanmış olaylar içinse –di’li geçmiş zaman kullanılmış. Çevirmen de bu zaman kiplerini olduğu gibi bırakmış. Ama gelin görün ki bazı yerlerde kafası karışarak bu zaman kiplerini yanlış kullanmış. Dolayısıyla da olup olmadık yerlerde bir geniş zaman kipine, bir –di’li geçmiş zaman kipine geçiş yapan cümleler çıkmış karşımıza. Bu durum –miş’li geçmişle anlatılan kısımlara da yansımış maalesef.

Son olarak, Fry ve Parsons’ın ilk kez karşılaştığı sahnede, yani kitapta anlatılan olaylardan dokuz yıl öncesini anlatan bölümlerde, iki adam bir fırının duvarında şöyle bir tabelayla karşılaşıyorlar: “Entreprise Française.” Birkaç paragraf sonraysa şöyle bir diyalog yaşanıyor:
“‘Fransız İşi mi?’” dedi. “O ilanda yazan şeyin söylediği bu, öyle değil mi? Başka ne olabilir ki?”
 “O seni bunun bir Yahudi işi olmadığı konusunda bilgilendiriyor,” dedi Fry.
İşte bu nokta artık pes edip kitabı bir köşeye fırlattığım ve devamını İngilizce olarak okuduğum yer oldu. Neden derseniz, burada enterprise’dan kasıt “iş” değil, “şirket.” İlanda (ilan da değil ya, neyse; tabelaydı aslında) belirtilen şey o fırının bir Fransız işletmesi olduğu, Yahudi değil… Nazilerin soykırım hareketinden kendilerini korumak isteyen Fransız işletmecilerin dükkânlarına astığı bir şey yani…
“‘Fransız İşletmesi’ mi?” dedi. “Orada yazan şey bu, değil mi? İyi de başka ne olabilir ki zaten?”
“O tabela seni buranın bir Yahudi işletmesi olmadığı konusunda bilgilendiriyor,” dedi Fry.
Uzun lafın kısası Yeni Paris’in Son Günleri kitabının çevirisi bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Daha önce Yordam’dan çıkan birkaç Mieville kitabı okumuş ama hiç böyle bir sorunla karşılaşmamıştım. Hatta yayınevini bu konuda takdir bile etmiştim. O yüzden iki kere kötü bir sürpriz oldu bu benim için. Açıkçası hiç beklemiyordum.

Tabii bu noktada kitabın oldukça zor bir metin olduğunu tekrar hatırlatmakta fayda var. İngilizcesinden okurken bol bol takıldığım, hatta bir sözlüğe veya Google’a başvurmak zorunda kaldığım yerler oldu. Ayrıca Mieville de zorlayıcı bir üslup kullanmış. Çevirmenin zorlanması gayet doğal… O yüzden kendisine çok fazla yüklenmek istemiyorum. Ama bu noktada devreye editörün girmesi ve kendisine gereken desteği vermesi gerekirdi. Fakat o da bunu yapamamış maalesef. Sonuç olarak da ortaya üzücü bir çalışma çıkmış. Yayınevi bu kitabı bu haliyle basmamalı, bir elden geçirmeliymiş kanımca.

Özetle kendisi güzel ama çevirisi kötü bir kitap var karşımızda. Orijinal dilinden okuma şansınız varsa Yeni Paris’in Son Günleri kitabına bir fırsat verebilirsiniz. Türkçesi içinse gözden geçirilmiş, yeni bir baskısını beklemenizi tavsiye ederim.

Not: Bu inceleme ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
image

Sayı #124: “Kara Delik Öyküleri”

Çizim: Furkan Avcı

Onun midesine düştüğümüzde her şey, o an sonlanır sanmıştık. Aksine. Baştan başladı. Yepyeni bir dünya. Kara deliğin fütursuz kaosu. Böyle kucaklanmak istememiştik.

Evrenin tüm o sivri köşelerine çarpa çarpa deliğin içine çekilirken bunun bir son olmasını dilemiştik. Aksine. Baştan başladı.

İçinde sonsuz hikâye vardı. Yaralarımızı sararken hepsini dinlemek istedik. Duyduklarımız bizi teselli etmedi. Ama yeniden başladığımız için memnunduk. Yeterince dinleyince bir tane de biz anlattık.

6’lı Revolver adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Ama Leke Hep Karnımda Duruyor adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Antarktika Burada Başlıyor adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Beni Duyuyor musun? adlı öyküsü ile Aycan Öztekin

Bildiri adlı öyküsü ile Eren Kalkavan

Çöl Rüzgârları adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Derinlere Doğru adlı öyküsü ile Kerim Can Çalputu

Delik Kara adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Doğum adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Feyyaz adlı öyküsü ile Okan Bedir

İçinde Ukde Kalan Aksakallı Güvercin Üçlemesi adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

İp Üstünde Yürümek adlı öyküsü ile Naki Selmanpakoğlu

Karadelik Kitabevi adlı öyküsü ile Erdem Aydınlı

Karanlıkta Bırakan Ölü Yıldızlar adlı öyküsü ile Merve Türker

Karanlıktan Yazıyorum, Sevgilerle adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Kestanemtrak adlı öyküsü ile Serhat Merdivenci

Kibirli Kibrit adlı öyküsü ile Aycan Gökgöz

Kurgucuk adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Rölativite adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Septhia adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Toluluto Gezegeni adlı öyküsü ile Pelin Kaboğlu Öğreten

Uzayın Sonu adlı öyküsü ile Mehmet Can Öner

Z-512 adlı öyküsü ile Mehmet Ali Uysal

Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nin 124. durağında bir kara deliğin içine düştük. Öyküler her yanımızı sardı. Temanın illüstrasyonu ise Furkan Avcı’dan geldi.

Gelecek ay sizlerle 125. defa buluşacağız. “MIZRAK” temalı öykülerinizi bekliyoruz.

Temaya uygun öykülerinizi 2 Aralık 2019 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle buluşturmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’nı dikkatlice okumayı lütfen ihmal etmeyin.

Başka öykülerde görüşmek üzere.

Keyifli okumalar dileriz,
Onur Selamet

image

Kara Prizma Hakkında

Sevgili dostlar,

Kara Prizma'nın devam kitabını ben çevirmeyeceğim. Annemin rahatsızlığından ötürü çevirilere uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım.

İthaki Yayınları'na da birkaç ay önce durumu ilettim, görüştük. Ve hem sizleri daha fazla bekletmemek hem de seriyi geciktirmemek için devam kitaplarının başka bir çevirmen tarafından tercüme edilmesinin daha iyi olacağı konusunda hemfikir olduk.

Sizlerden neredeyse her gün bu konuyla ilgili soru aldığım için bu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettim.

Anlayışla karşılayacağınızı umuyor, özürlerimi sunuyorum.
image

Sayı #123: “Pinokyo Öyküleri”

Çizim: Efecan Sezer

Tarihin ilk yalan makinesi. Kendisini ele vermekte dünya markası. Bolca tahta ve tantana. Tüm bu makinenin çalışma sebebi ise öyküler anlatmak. Doğru olmadığını bildiğimiz. Yine de dinlemekten imtina edemediğimiz öyküler.

Uzayan bir burnun üstüne dönüp duran gezegenler. Anlatının sınırları Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nde bir kez daha genişliyor.

Söylenen son yalanlar işte aşağıda:

15 adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Ablak Surat ile Uzun Burun adlı öyküsü ile Faruk Korkmaz

Adem ile Badem adlı öyküsü ile Aycan Gökgöz

Amnezya, Kâbus ve Hatıra adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Ben Yoruldum Hayat adlı öyküsü ile Duygu Özkan

Bil Bakalım Sen Kimsin adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Bir Burun Hikâyesi adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Bu Masalın Perisi Yok adlı öyküsü ile Okan Bedir

Burgazada’ya adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Burnun Nereye Uzarsa Uzasın Seviyoruz Seni adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Çamgözü Ormanı adlı öyküsü ile Kaan Şahin

Defin adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Dilek adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Dişime Takılı Küçük Yazılı Kâğıt adlı öyküsü ile Aynur Türk

Kör “Gepetto” Galip ve Vefasız Oğlan “Pinokyo” Musa adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Kuklalar Cemiyeti’nin Zımpara Partisi adlı öyküsü ile Derin Manavoğlu ve Elif Şeyda Doğan

Mor adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Nasılsın? adlı öyküsü ile Hilal Kırkgöz

Navgat’ta Bir Akşamüstü adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

Necmi adlı öyküsü ile Erdem Aydınlı

Ölüme Doğmak adlı öyküsü ile Ahmet İşcan

Pin-ok-yo adlı öyküsü ile Cüneyt Gültakın

Pinokyo Gebze’de adlı öyküsü ile Emre Özpek

Pinokyo İçin Bir Masal adlı öyküsü ile Eser Avcı

Pinokyonun İntikamı adlı öyküsü ile Aycan Öztekin

Post-Pinokyo adlı öyküsü ile Suavi Kemal Yazgıç

Sinyor Pinokyo’nun Büyük Çaresizliği adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Tahta Kuklalar İçin Ağlama Yastığı adlı öyküsü ile Serhat Merdivenci

Teknobeveyn adlı öyküsü ile Tan Tansel

Uyan ve Hükmet Küçük Kukla adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

Yalansavar Pinokyo adlı öyküsü ile Recep Çelik

Yine de Boğulacak Gibi adlı öyküsü ile Osman Alp Denizler

Henüz söylemediğimiz bazı yalanlar da var. Bunları aklımızda tutuyoruz. Sonraki sayı sizinle buluşmak için. Biraz daha kurmak gerekiyor.

PİNOKYO temalı 123. sayımızın illüstrasyonu Efecan Sezer’den geldi. Sevgili Sezer’e bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Gelecek ayın temasını ise “KARA DELİK” olarak belirledik.

KARA DELİK” temalı öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com adresine, 26 Ekim 2019 tarihine kadar gönderebilirsiniz.

Öykülerinizi bizimle paylaşmadan evvel Öykü Gönderim Koşulları’na göz atmayı lütfen unutmayın!

Gelecek sayı yeniden görüşeceğiz.

Keyifli okumalar dileriz,
Onur Selamet

image

Evladiyelik Ciltler, Ömürlük Hediyeler

Dün hayatımın en güzel, en muhteşem sürpriz hediyelerinden birini aldım.

Annemin rahatsızlığı nedeniyle son birkaç aydır hastanelerde koşturduğumdan (hatta bir nevi orada yaşadığımızdan) birçok şeyden uzak kalmıştım. Bunlardan biri de JBC Yayıncılık'ın Batman Günü'nde düzenlediği Jock imza günüydü (Kendisi dünyaca ünlü bir çizerdir). Hatta sadece imza günüyle sınırlı kalmayıp üstadın birbirinden müthiş çizimleriyle dolu "Jock & Sanat" adlı koleksiyonluk eserini de bastılar.

Ama işte... Sağlık sorunlarıyla boğuştuğumuzdan ne gidip görmek kısmet oldu bu ustayı ne de imzasını almak. Diyordum kiiiii... JBC'nin sahibi Ertan Ergil'den hayatımın en büyük sürpriz hediyesini aldım. Durumumu bilen, sık sık arayıp bir ihtiyacınız var mı diye soran Ertan abi bana bir Jock & Sanat gönderdi. Hem de adıma imzalı!

Bitmedi. Bir de üstüne Jock'un çizdiği meşhur "Batman: Kara Ayna" macerası ile benim için gelmiş geçmiş en iyi Batman serüveni olan "Öldüren Şaka"nın karton ciltli, büyük boy özel baskılarından da yollamış.

Her üçü de tam anlamıyla evladiyelik, muhteşem birer eser olmuş. Özellikle Öldüren Şaka'nın hem eski hem de yeni renklendirmesini içermesine bayıldım. O sayfaların dönemin kağıt kalitesiyle basılması da beni eski günlere götürdü.



Sevgili Ertan Ergil'e ve Jbc Yayıncılık'a bu muazzam eserleri dilimize kazandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek az. Ama benim için daha da önemlisi Ertan abinin sürprizi oldu elbette. O anda hissettiğim duyguları, boğazımda oluşan yumruyu anlatmaya kelimeler yetmez... Ömrümün sonuna kadar saklayacağım bunları.

Çok teşekkürler Ertan abi, iyi ki varsın.
image

Sayı #122: “Hurda Öyküleri”

hurda
Çizim: Eren Ersoy

Kara ceketli insanlar giysilerinden sıyrılıyor. İçlerinden can çıkmazsa hurda çıkıyor. Kalpleri ve mideleri. Kolları ve bacakları. Eskiciye sattığınız, ömrü henüz tükenmemiş nesneler birilerine vücut vermiş. Aramızdalar. Gıcırdayarak etrafımızda dolaşıyorlar. Sıcak olmayan bakışları ve ritmik adımları var. Gür sesleri ve soğuk demirden elleri var. Bazılarımızdan biraz farklı ama en az bizim kadar canlı. Biz eşyaları eskittikçe artıyorlar. Biz tükettikçe çoğalıyorlar.

Aralarında nefes almaya yelteniyoruz. Öyle çok, öyle ağır ve öyle küflü ve paslılar ki, boğuluyoruz. Kurtulamayacağımızı anlıyoruz. Sonra, çaresizlikte çare arıyoruz. Arta kalan hurdaları üst üste koyup kendimize ev yapıyoruz. Sonra, o evde ses arıyoruz. Nesnelerden duvarlarımızı yıkıp bize ulaşmaya çalışıyorlar. Sesler yükselmeye başlıyor. Zamanla azalıyoruz. Artık daha çok bağırmamız gerekiyor.

Söze şöyle başlıyoruz:

9/H Sınıfı veya Kötü Kokulu Bir Öykü adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Ağaç Hurda adlı öyküsü ile Mehmet Ali Uysal

Antikacı Köylü adlı öyküsü ile Nedim Doğan

Apeiron adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Arabalara Neler Oluyor? adlı öyküsü ile S. Ece Kaya

Arabalarım ve Hurdalarım adlı öyküsü ile Özgün Salih Usal

Aşk Hurdalığı adlı öyküsü ile Atlas Canöte

Aynadaki Yolcular adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Bay Hurdacı adlı öyküsü ile Hilal Onay

Bu Eski Dünya Onundur adlı öyküsü ile Gökay Yıldız

Cezve adlı öyküsü ile Can Çelikel

Çok Sıcak Bir Günde Gelen Gök Beyaz Bir Kız adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Çöpçü adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Deli İşi adlı öyküsü ile Hatice Tuba Pacci

DGS Dersane Grubu Hayal Kırıklığının İsyanında adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Duvar adlı öyküsü ile Efsane Karayilanoglu Toka

Dünya Bir Hurda Yığını adlı öyküsü ile Osman Alp Denizler

Gece Yürüyüşleri adlı öyküsü ile Emre Nazım Mert

Gölgeye Saklananlar adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

Hayal Hurdacısı adlı öyküsü ile Abdullah Emre Aladağ

Horoz Öttü adlı öyküsü ile Selim Haskırış

Hurda Adam adlı öyküsü ile Emre Özpek

Hurda Okyanusu Yolculuğu adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Hurdacı adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Hurdacı, Hurdaları Alma adlı öyküsü ile Çağlar Karatuğ

Hurdalara Ne Oluyor? adlı öyküsü ile Umut Yakar

İfrit Kelâmı adlı öyküsü ile Merve Aydın

İnsan Hurdalığı adlı öyküsü ile Alper Orhan

İnsan Hurdalığı adlı öyküsü ile Eser Avcı

Kaptan Galaksi’nin Z Planı adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Kirpas adlı öyküsü ile Ebuzer Kalender

Kırlangıç Yağmuru adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Kurşun Düşler adlı öyküsü ile Duru Akarsu

Munchkinimi Seviyorum adlı öyküsü ile Aynur Türk

Sonlu Olasılık adlı öyküsü ile Ferhad Butimar

Yaşam Hurdacısı adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Yer ile Gök Arasında; İncelikler Üzerine adlı öyküsü ile Aycan Gökgöz

Hurda temalı 122. sayımızın illüstrasyonu, Eren Ersoy tarafından çizildi. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Gelecek ay sizden “PİNOKYO” temalı öyküler bekliyoruz.

“PİNOKYO” öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com adresine, 26 Eylül 2019 tarihine kadar gönderebilirsiniz.

Hikâyenizi bizimle paylaşırken Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı unutmayın!

Gelecek sayı görüşmek üzere.

Keyifli okumalar!
Elif Şeyda Doğan

image

Sayı #121: “Balina Öyküleri”

Çizim: Özgür Puluç

Balina bizi yuttuğunda şanslıydık. İçerisi düşündüğümüz kadar karanlık değildi. Biraz daha ışık olabilirdi. Oldu. Islak duvarlara sözler söylenebilirdi. Söylendi. Balinanın içinde yalnız değildik. Birbirimizi bulduğumuzda önce pek sevinmedik. Keşif henüz bitmemişti çünkü. Sonra sen bana hikâyeni anlattın.

Ben de sana bir şeyler söyledim. Bu tam olarak bir hikâye değildi. Beğenmedin. Eksik olanı sordum. Söyledin. Sesim yoktu. Sesimi nerede bulabilirim dedim. Elimden tutup balinanın içindeki kaydıraktan kaydık.

Balinanın midesindeki sandık şimdi önümüzde. Açınca içindekiler dışarı saçıldı. Ses geri gelmişti:

52 adlı öyküsü ile Ümit Yaşar Özkan

Açlık adlı öyküsü ile Ali Burak Işık

Akvaryumda Balina Besleyebilir miyim Annecim? adlı öyküsü ile Haluk Kapucuoğlu

Altın Balina adlı öyküsü ile Ufuk Yasin Yurtbil

Artemisia ve Antíokhos’un Mucizesi adlı öyküsü ile S. Ece Kaya

Aşkımızı Parfüm Yedi adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Avcı adlı öyküsü ile Murat Çelik

Aydın adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Balina Ana adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Balina Dışkısı Suyu adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

Balina İçinde Aliana Tiyatrosu adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Balinalar Atmosferin Dışına Neden Çıkarlar adlı öyküsü ile Duru Akarsu

Bir Balina Masalı adlı öyküsü ile Orçun Uzunhan

Boğaz’da Balina Görüldü adlı öyküsü ile Selim Haskırış

Deniz adlı öyküsü ile Gökay Yıldız

Deniz adlı öyküsü ile Kübranur Akyol

Derdi Kendinden Büyük adlı öyküsü ile Vector

Derinden Gelen Dehşet adlı öyküsü ile Can Çelikel

Gece Kılıcı adlı öyküsü ile M. Gökay Okutucu

Giderken adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

İki Nokta Bir Boynuz adlı öyküsü ile Ercan Sözeri

Işıkla Gelen adlı öyküsü ile Samed Arslan

Kâbus adlı öyküsü ile Aycan Öztekin

Kayıp Çocukluğum Yahut Amber adlı öyküsü ile Hatice Vera Şahin

Kozmik Balina Avı adlı öyküsü ile Batuhan Kaluç

Kürenin Yarattıkları adlı öyküsü ile Oğuzhan Koç

Martin adlı öyküsü ile Özgün Salih Usal

Mavi-Oluklu’nun Çağrısı/Yankısı adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Migaloo’nun Çığlığı adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

Nurgül adlı öyküsü ile Erdem Aydınlı

Okyanusun Kalbi adlı öyküsü ile Umut Külen

Pisboğaz adlı öyküsü ile Tan Tansel

Pizza ve Koca Balina adlı öyküsü ile Muhammed Atakur

Püskürtün Zepevenkleri* adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Sessiz Tanrı adlı öyküsü ile Haluk Çevik

Sızı adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Umpatada – Şamanik Bir Yolculuk adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Yanılsama adlı öyküsü ile Osman Keçeli

Zapt adlı öyküsü ile Oktay Türesin

Balina temalı 121. sayımızın illüstrasyonu, Seçki’nin gediklilerinden Özgür Puluç tarafından çizildi. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Gelecek ay sizden “HURDA” temalı öyküler bekliyoruz.

“HURDA” öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com adresine, 25 Ağustos 2019 tarihine kadar gönderebilirsiniz.

Hikâyenizi bizimle paylaşırken Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı unutmayın!

Gelecek sayı görüşmek üzere.

Keyifli okumalar!
Onur Selamet

image

Ejderhanın Yolu'nda Türkçe Kelimeler

Şu sıralar çevirdiğim "Ejderhanın Yolu" adlı fantastik romanın yazarı Türkçe hayranı çıktı :) 

Adı Daniel Abraham. Kendisi Enginlik Serisi'nin (Leviathan Uyanıyor) iki yazarından biri ve G.R.R. Martin'in asistanı. Kendi tasarlardığı bir dünyada, "Dagger and Coin" adında beş kitaplık bir fantastik macera yazmış. Bu arada da yabancı kelimeler uydurmak yerine Türkçeden kelimeler seçmiş.

Mesela küçük bir tiyatro kumpanyası işleten ve çok bilgili olan bir adam var romanda. Adı "Kitap rol Keshmet." Askerî bir birliğin maskarası olan, herkesin dalga geçtiği başka bir karakterin adı da "Palliako." Palyaçodan türetilmiş ama ç harfini k okumuş sanırım :) "Kurtadam" diye bir ırk var bir de. 

Bunun gibi bir sürü Türkçe kelime var kitapta. Karşılaştıkça sırıtıp duruyorum, yeri geldikçe de dipnotlarla orijinal metinde böyle yazdığını belirtiyorum ki Türk okurlar da anlasın. Yabancı romanlarda Fransızca, Latince ve Arapça gibi dillerin kullanıldığını çok görmüştüm ama Türkçe bir ilk oldu, güzel de oldu.
image

10. Yıl Özel: Dede Korkut’un Kayıp Öyküleri

Çizim: Ebrahel Lurci

İpin ucu nerede kaçtı, hatırlamıyoruz. Sadece her ay toplanıp belli bir temada öyküler yazalım istemiştik. 10 sene önce. Durmak aklımıza gelmedi. Sorguladığımız tek şey yalnızca bundan sonrasıyla ilgiliydi.

Neticede 10 yıl geçti. Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi durmanın, soluk almanın ne olduğunu bilmemeye devam ediyor. Geçirdiği evrimle her sayı başka bir noksanını tamamlıyor. Zamanı büküp bizi ileri taşıyor. Küçük solucan delikleri zaman kavramını sorgulatıyor.

Zaman asla yalnız gezmiyor. Yanında bir görevle geliyor. Edebiyatımızda unutulan, değeri bilinmeyen kapıları gururla aralama hevesini içimize işliyor.

Dede Korkut da onlardan birisi. Kendisini 6. Yıl Özel sayımızda bir kez anmıştık. Peki şimdi neden tekerrür peşindeyiz? Hayır, değiliz. 2019 başka bir yıl. Belki de bu toprakların edebiyatını kökünden değiştirecek bir buluş yaşandı.

Kayıp Dede Korkut nüshalarından birisi Türkistan’da bulundu. Bu parça şimdiye kadar gün yüzüne çıkmamış “Salur Kazan’ın Yedi Başlı Ejderhayı Öldürmesi” boyunu da karşımıza çıkardı.

Yeni destan, yeni sözler derken akıllara sürekli tekrarlanan başka bir soru geldi: Ya hâlâ kayıp olan başka destanlar da varsa? Araştırmacılar bu durumu hayli olası buluyor.

Bizse çoktan kararı verdik bile. “Dede Korkut’un Kayıp Öyküleri”ni oturup en baştan anlatalım istedik. Üstümüze hiçbir kalıp giymeden, bir Dede Korkut destanı gönlümüze nasıl güzel geliyorsa öyle yola çıktık. Bilimkurgudan polisiyeye, günümüzden tarihin tozlu sayfalarına serbestçe uyarlanan bu destanların her biri; bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen nüshalara ait olabilir. Aksini iddia etmeniz mümkün değil.

Öyleyse birçok şeyi kenara bırakalım ve bir kez daha hikâyeye inanmayı tercih edelim.

Bundan başka dünyaların da olduğunu, anlatılacak hikâyenin sonsuz ve aynı zamanda biricik olduğunu bilelim.

Yola çıkarken yazarlarımıza eşlik etmesini dilediğimiz tek ruh Korkut Ata’ya aitti. Okurlarımız için de dileklerimiz aynı.

Ağıt adlı öyküsü ile Uygar Özdemir

Ahenkli Ölüler Panayırı adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Akla Kara adlı öyküsü ile S. İpek Ortaer Montanari

Alaz Cazı’nın Bebelerin Yüreğini Pişirdiği adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

At, Boynuz, Kartal adlı öyküsü ile Onur Şahin

Basat ile Depegöz’ün Buluşması adlı öyküsü ile Murat Başekim

Bey’e Kuruntunun Musallat Olduğu adlı öyküsü ile Sinan Haholu

Dede Korkut Günlükleri: Baba ve Oğul adlı öyküsü ile Dipsiz

Dede Korkutun Sıfırıncı Hikayesi adlı öyküsü ile İsmail Yiğit

Egzistans 13: Kopuz adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Göçer Konar Halkın Gizil Soyu adlı öyküsü ile Murat S. Dural

Gramofon adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

İsimsiz adlı öyküsü ile Seran Demiral

Karayılan Cek’in Tuhaf Hikâyesi adlı öyküsü ile Ruhşen Doğan Nar

Korkut’un Albızı Tamuya Göndermesi adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Korkut’un Dede Olduğu adlı öyküsü ile Hamit Çağlar Özdağ

Kunalı Oğlu Atsız’ın Oğuz’a Bilenmesi adlı öyküsü ile Osman Eliuz

Kurban ya da Boğaç Han’ın İmtihanı adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Kutlu Bey Boran’ın Izdırabı Malum Olur adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Post Bozkurtlar adlı öyküsü ile Emrecan Doğan

Sakırtlak Han’ın Kıyameti adlı öyküsü ile Merve Aydın

Sıfırıncı Destan adlı öyküsü ile Mümin Can

Son Ucu Ölümlü Dünya adlı öyküsü ile Umut Yakar

Söylence adlı öyküsü ile Ufuk Yasin Yurtbil

Unutulma Cezası adlı öyküsü ile Gökcan Şahin

Yarım Kalan Hikâye adlı öyküsü ile Alper Kaya

Biz anlatmaya devam ettikçe hikâyeler yaşamaya devam edecek. Kaybolup gitmeleri ciddiye aldığımız bir durum değil.

Bütün ciddiyetsizliğimizle yapmaya çalıştığımız şey de bu zaten. Hatırlatmak. Başlamadan biten efsaneler, çözülmeyen bilmecelerunutulan canavarlarhatırlanması gereken destanlarkendimize has süper kahramanlar… İşte buradayız. Hatırlıyoruz.

10. Yıl Özel sayımızın illüstrasyonu da özel bir sanatçıdan geldi: Ebrahel Lurci. Hem illüstrasyon hem de heykel alanında yetkin işler veren Lurci’yi pek çok karanlık heykelden ve birbirinden kıymetli kitapların kapaklarından hatırlıyoruz. Kendisine huzurlarınızda bir kez daha teşekkür etmek isteriz.

Ağustos ayının temasını sizlerle daha önce paylaşmıştık. “BALİNA” temalı öykülerinizi 25 Temmuz 2019 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizlerle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı lütfen hatırlayın.

Son olarak sürpriz bir duyurumuz var: Kayıp Rıhtım Forumda başlayan bir kıvılcım, kolektif bir ateşe dönüştü ve hızla büyüyor. Artık e-Kitaplar sekmemizden geçmiş sayılarımızın PDF, e-Pub ve Mobi versiyonlarına ulaşabileceksiniz. Bu köşemiz zaman içerisinde güncellenmeye devam edecek.

İşte bu kutlu enerji bizleri durmak fikrinin nasıl bir canavar olduğunu unutturan yegâne şey.

Seçki bütün emekçileri ve okurlarıyla birlikte var. Hep dediğimiz gibi: İyi ki…

Nice on yıllara, hep birlikte.

Herkese keyifli okumalar diliyoruz!
Elif Şeyda Doğan & Hakan Tunç & Onur Selamet

image

Çevirmenin Çemberi: Gökteki Çakıl Taşı


Gökteki Çakıl Taşı bende karışık duygular oluşturan bir kitap oldu. Bir yandan bir üçlemenin daha hakkından geldiğim ve seriyi kazasız belasız tamamladığım için seviniyordum. Diğer yandan da Asimov’a veda edecek olmanın üzüntüsü vardı içimde. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek herkese nasip olmaz ne de olsa. Hele hele yayınlanışının üstünden bunca yıl geçtikten sonra…

İşin ilginç yanı, Gökteki Çakıl Taşı’nın (Pebble In The Sky) Asimov’un kariyeri boyunca yazdığı ilk roman olması. Üstat o güne dek hep kısa hikâyeler kaleme almış, bu kitapsa romancılığa attığı ilk adım olmuş. Nasıl yani, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sonuçta karşımızdaki bir üçlemenin üçüncü cildi, o zaman önceki iki kitaptan evvel yazılması gerekir, değil mi? Mantıken öyle… Ama işin aslı öyle değil işte.

Asimov, Gökteki Çakıl Taşı'nı 1950 yılında yayımlatmış. Toz Gibi Yıldızlar ve Vakıf ise bir yıl sonra, 1951’de basılmış. Bununla birlikte kitapta anlatılan olaylar kronolojik olarak Toz Gibi Yıldızlar’dan yaklaşık 7500, Uzay Akımları’ndan ise 1300 yıl kadar sonra gerçekleşiyor. Trantor İmparatorluğu artık iyice güçlenmiş ve Galaktik İmparatorluk hâline gelmiştir. Dünya ise artık hepten öksüz kalmış, galaksinin geri kalanı tarafından dışlanan bir yere dönüşmüştür. Dünyalılar dışında hiç kimse bu gezegenin insanoğlunun beşiği olduğuna inanmaz. Çoğu kişi için gökteki önemsiz bir çakıl taşından ibarettir yalnızca.

Derken, 1950’lerde yaşayan mutlu ve emekli bir terzi olan Joseph Schwartz gizemli bir kaza sonucu kendini gelecekte, bu dünyada buluverir. Ne olduğunu, oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamaz. Dünya yabancılaşmış, radyoaktif bir yer hâline gelmiştir. İnsanlarsa anlamadığı bir dil konuşmaktadır. İşin kötüsü nüfus fazlalığını azaltmak için 60 yaşını geçen herkese ötanazi uygulanmaktadır. Bildiğiniz, ilaçla uyutulup öldürülüyorlar yani. Ve Joseph altmış iki yaşındadır…









Üst üste iki Asimov çevirdikten sonra insan yazarın diline artık iyice alıştığımı, üçüncüyü daha kolay ve hızlı bir şekilde çevirebileceğimi düşünür, değil mi? Açıkçası ben öyle düşünmüştüm. Sonrasında da ağzımın payını bir güzel aldım. Hem de oldukça bilimsel bir şekilde…

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Gökteki Çakıl Taşı üstadın yayımlanan ilk romanı. Dolayısıyla o alışık olduğumuz, akıcı ve sade üslubu burada henüz tam olarak oturmamış. İşte bu yüzden Asimov’un bu kitaptaki cümle yapıları öncekilere nazaran daha farklıydı. Ve bol miktarda, uzun uzun bilimsel açıklamalar içeriyorlardı. Özellikle üçüncü bölümden beşinci bölüme kadar olan yerler, yani yaklaşık 30 sayfalık bir kısım vardı ki düşman başına!

Aslında o noktaya gelinceye kadar gayet mutlu mesut çeviriyordum cümleleri. Schwartz’ın eski zamanlardaki günleri, yeni bir dünyaya gelişi, nerede olduğunu anlamaya çalışması… Gayet sade ve keyifli bir şekilde geçip gitti buralar. Ama meğersem bu kısımlar fırtınadan önceki sessizlikmiş. Çünkü üçüncü bölümde, kitabın henüz otuzlu sayfalarında proteinlerden, yaşamın oluşma biçiminden ve radyoaktif etmenlerin bunların üstündeki etkilerinden bahsetmeye başlıyor Asimov. Açılışı da şu cümleyle yapıveriyor:

“Temel olarak bütün yaşamlar tek bir kökenden gelir çünkü hepsi protoplazma dediğimiz kolloidal dispersiyon hâlindeki protein karışımlarından oluşur.”

Kolloidal dispersiyon hâlindeki protoplazmalara gelince yolda hızla giderken birdenbire arıza yapıp öksürmeye başlayan bir araba gibi şöyle bir tekledim zaten. Asimov ondan sonra tam dört sayfa boyunca – dört – koca koca, metin duvarlarından hallice paragraflar eşliğinde zincirleme reaksiyonlardan, organik ve inorganik maddelerden, radyoaktif izotoplardan ve protoplazmalardan bahsedip duruyor.

Tam bunları bir şekilde atlattım derken sadece birkaç sayfa sonra, dördüncü bölümde bu sefer de insanın beyin yapısından ve düşüncelerin nasıl oluştuğundan söz etmeye başlıyor. Ama tabii bunu işin bilimsel kısmı üzerinden yapıyor. Hâl böyle olunca da ortaya sinir hücreleriyle, beyindeki sinir sistemiyle, aralarında oluşan tepkimelerle alakalı uzun uzun paragraflar çıkıyor. Bu bölümde beni bilhassa zorlayan şey, Asimov’un sinir hücrelerinin arasındaki bir doku duvarından bahsetmesi oldu. Çünkü günümüzde sinir hücreleri arasında bir boşluk olduğu açıkça biliniyor. Herhangi bir doku duvarından söz edildiğiniyse hiç duymamıştım. Acaba ben mi yanlış biliyorum diyerek bu noktada sinir hücreleriyle ilgili pek çok makale karıştırdım ve söz konusu duvarla ilgili bir şey bulmaya çalıştım. Yaklaşık yarım gün debelendikten sonra da herhâlde o zamanlar, yani 50’li yıllarda öyle düşünüldüğüne ama artık geçerliliği olmadığına karar vermek zorunda kaldım. Bir hatam varsa affola.

Tabii şimdi burada böyle anlatılınca çevirirken yaşadığım zorluğu yansıtmak biraz zor oluyor. Hatta kitabı açıp bahsettiğim kısımlara bakabilir ve kolay anlaşıldıklarını bile savunabilirsiniz belki. Ama inanın metni İngilizce olarak okurken hiç de kolay olmuyor bu kısımları anlamak. Cümlenin tam ortasında bırakın bilmeyi, tek kelimesini bile anlamadığınız bilimsel bir terimle karşılaşınca zihninizde yerlerini değiştirip birbirine bağladığınız o cümle iskambil kâğıdından bir şato gibi dağılmaya başlayıveriyor. Siz de aman yüklemini tutayım, ay öznesini düşürdüm derken tam anlamıyla beyniniz sancımaya başlıyor.

İşin komik tarafı Asimov da okurlarının bazılarının bunlardan bir şey anlamayacağını düşünmüş olacak ki tam bu açıklamaların orta yerinde şöyle bir cümle kurmuş:

“Dediklerimi anlıyor musun?”

Ağlamaklı bir sesle, “Hayır, anlamıyorum!” diye haykırdığım sırada kitaptaki karakterin yaşadığım hisleri harfi harfine özetlemesi gerçekten de ironik bir andı.

“Yıldızlara şükürler olsun ki tek kelimesini bile anlamadım. Anlamaya çalışsaydım beynimin sancısından bir köpek gibi havlardım.”

Bir noktada artık iyice çıldırıp, “Yahu, ben bunları günümüzün imkânlarıyla çeviremiyorum! 80’li yıllarda bu cümleleri nasıl çevirmişler? Nasıl?” diye bağırıp her şeyi bir kenara attığımı hatırlıyorum. Sonrasında meraktan kitabın ilk Türkçe baskısını aramaya başladım. 1984 yılında, “Zamandan Kaçış” adıyla Altın Kitaplar’dan çıktığını gördüm. İndirdim kitabı, açtım ilgili bölümü ve baktım nasıl çevirmişler diye.

Çevirmemişler…

O koca koca paragrafların, o uzun uzun sayfaların hiçbiri eski kitapta yoktu. İşte o anda balataları sıyıran birinin yavaş yavaş başlayan, sonra da giderek yükselip hızlanan kahkahalarını attığım doğrudur. Eğer olur da ileride bir gün birisi bu iki kitap arasında bir çeviri karşılaştırması yaparsa neler diyeceklerini merak ediyorum doğrusu. Kendilerine şimdiden, geçmişten selam olsun.









Gökteki Çakıl Taşı’nın bir bölümünde Asimov’un atomlardan ve aralarındaki elektron alışverişinden bahsettiği bir yer vardı (Evet, yine). Orayı çevirirken şu elektron alışverişine bizim fen derslerinde ne dendiğini bir türlü hatırlayamadım. Düşündüm düşündüm, yok. Dilimin ucunda ama çıkmıyor. Google da tüm anlayışlılığı ve keskin zekâsıyla beni alışveriş sitelerine yönlendirmeye kalkınca (Elektronik alışverişi mi demek istediniz?) ben de çareyi bilimsel konularla haşır neşir olan arkadaşlara danışmakta buldum. Şansa bakın ki birkaç gün önce M4Y4’ün yazarı Yüksel Yılmaz’la konuşmuştuk. Böyle konularda takıldığım bir şey olursa kendisini arayabileceğimi söylemişti. “Kendi kaşındı,” diyerek telefona sarıldım ben de.

Kendisine durumu izah ettikten sonra Yüksel şöyle bir durdu, biraz düşündü, ardından bu konulara kendisi kadar meraklı olan eşine dönüp, “Özge, şu elektron alışverişinin başka bir ismi vardı, neydi o?” diye sordu. Özge uzaklardan gelen bir şey söyledi, Yüksel de ona cevap verdi, sonra bir anda ortalık karıştı! Bir baktım, kavga ediyorlar. Ben de her şeyi telefondan duyuyorum tabii. Yüksel bir noktada burnundan soluyarak, “Ben seni sonra arayayım!” deyip kapattı. Aradan beş dakika geçti. Sonra on dakika. On beş derken ne arayan oldu ne soran. “Eyvahlar olsun, karı-kocanın arasını açtık durduk yere,” dedim kendi kendime.

Yarım saat kadar sonra Yüksel beni geri aradı ama sesi nasıl öfkeli, nasıl sinirli… O daha bir şey söyleyemeden direkt, “Boşanıyor musunuz?” diye sordum. Önce bir sessizlik oldu, ardından ahizeden bir tıkanma sesi geldi, sonrasında da kahkahalar. Atomları böleyim derken bir aileyi yıkıyordum sizin anlayacağınız. Bu da böyle bir anımdır.








Asimov kitabın ortalarında bir yerlerde Schwatz’ın Grew adındaki başka bir karakterle yaptığı satranç maçını kaleme almış. Ve bunu yaparken her hamleyi kurallarına uygun bir biçimde, satranç tahtasında takip edebileceğiniz şekilde yazmış. Gelin görün ki bu kısımları anlatırken – doğal olarak – İngiliz terimlerini kullanmış. Eğer satrançla az çok alakanız varsa taşların hareketinin bizde a2, c3, d5 gibi ifadelerle belirtildiğini bilirsiniz. Yurt dışındaysa QR8, KB3, QN2 gibi farklı ibarelerle belirtiliyorlar. Dolayısıyla Asimov da hamleleri anlatırken, “Adam sağ taraftaki atını ileri sürdü,” dememiş de, “Grew brought out his King’s Knight to Bishop 3, Schwartz countered with Queen’s Knight to Bishop 3,” şeklinde yazmış.

Doğal olarak tüm bunları bizim kullandığımız sisteme uygun bir şekilde çevirmem gerekti. Tabii bunu en düzgün biçimde yapabilmek için de önüme bir satranç tahtası koymam ve her hamleyi bizzat yapmam icap etti. O nedenle bu satırlar, “Adam sağ taraftaki atını f3’e sürdü; Schwartz da buna sağ taraftaki kendi atını c6’ya getirerek karşılık verdi,” şeklinde yer aldı bizim sayfalarda.

Ek olarak taşların ismini de bizdeki hâllerine göre çevirmem gerekti. “Queen” yerine vezir, “bishop” yerine fil, “knight” yerine at… diye gidiyor. Hatta bir noktada, “Grew had no choice; he moved his Queen to Knight 2, and the two female majesties were now face to face,” şeklinde bir cümle de vardı. Adam başka şansı olmadığı için “queen” taşını ileri sürüyor ve iki dişi hükümdar karşı karşıya geliyor. Tabii “queen” denen taş bizde “vezir” diye geçtiğinden “iki dişi hükümdar” kelimelerinin Türkçe çeviride bir anlamı kalmıyor. Böyle kısımları da, “Grew’un başka şansı yoktu; vezirini g2’ye çekti ve böylece iki kraliyet danışmanı karşı karşıya geldi,” şeklinde değişikliklere giderek çözdüm.

Buna rağmen Asimov’un anlattığı hamleleri birkaç kez yanlış yorumlayıp tamamen farklı bir hamle yaptığım ve bunu ancak birkaç el sonra, çıkmaza düşünce fark ettiğim anlar da oldu. O zaman bütün taşları devirip her şeye baştan başlamak zorunda kaldım tabiiiiğğğğ. Ancak yine de eğlendiğimi söylemem gerek. Uzun lafın kısası, bu bölümleri okurken önünüze bir satranç tahtası koyup hamleleri takip ettiğiniz takdirde karşınızda gerçek bir satranç maçı bulacaksınız. Altın Kitaplar baskısında bu detaylı hamlelerin hiçbiri yok elbette, onu da not düşeyim buraya.

Kitapta çevirisine takıldığım tek kelime, uzaycıların dünyalılar için bir aşağılama sözcüğü olarak kullandığı “Earthie” oldu. Tam olarak bir küfür değil, daha çok bir hakaret anlamı taşıyor. Earth (Dünya) kelimesinden türetildiği için içinde dünya geçen ama aynı zamanda da kulağa rencide edici gelen bir şey bulmam gerekiyordu. Sonuçta dünya da kirli, aşağılık bir şey olarak görülüyor kitapta. Düşünüp taşındıktan ve bol miktarda kaşındıktan sonra buna “Dünya çocuğu” demeye karar verdim. Hangi malum ifadeyi çağrıştırmayı denediğimi bulmayı size bırakıyorum…

Kitabın bir bölümünde de Asimov zaman karmaşası yaşamış. Karakterlerden biri şehirdeyken vaktin “gece yarısını çoktan geçtiği” belirtilmiş. Ama gelin görün ki aynı karakter bir-iki paragraf sonra arabasıyla şehri terk ederken bu sefer de “akşam olduğu” yazıyordu. Aynı bölümün ilerleyen paragraflarındaysa sabah oldu, tekrar akşam oldu, yine gece yarısıydı şeklinde günün farklı saatlerinden bahsediliyor. O yüzden ilk baştaki “gece yarısını çoktan geçmişti” kısmını değiştirip “vakit bir hayli geç olmuştu,” şeklinde değiştirdim. Böylece metnin geri kalanına defalarca müdahale etmekten kaçındım.

Son olarak “Pebble In The Sky” ismini ben “Gökteki Çakıl” olarak çevirmiştim, editörlük sürecinde “Gökteki Çakıl Taşı” olarak değiştirilmiş.

Böylelikle Asimov’la olan üç kitaplık, çok özel maceramın sonuna gelmiş bulunuyorum. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek benim için gerçekten ama gerçekten de tarif edilmez bir onur ve mutluluktu. Bana bu fırsatı sundukları için sevgili Alican Saygı Ortanca’ya ve İthaki Yayınları ailesine teşekkürü borç bilirim. Umarım sizler de okuduklarınızdan memnun kalırsınız. Sürçülisan ettiysek affola…

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
image

Çevirmenin Çemberi: Kara Prizma

Bilimkurguyu çok severim. Ama ben bu işe, yani çevirmenliğe fantastik edebiyat sevdasıyla başlamıştım. Yazdığım hikâyeler ve kitaplar da çoğunlukla fantastik üzerine kuruludur zaten. Fakat her ne hikmetse bir noktada yolum bilimkurguya saptı ve arka arkaya bu türde kitaplar çevirmeye başladım. Silo, Ender’in Gölgesi, 2312, Geliş… Asimov’un Galaktik İmparatorluk üçlemesi falan derken bu birkaç sene böyle devam etti. Sonunda bir gün Alican Saygı Ortanca’yla yeni çevirimin ne olması gerektiği hakkında konuşurken, kendisinin arka arkaya saydığı bilimkurguların ardından tüm iş adamı ciddiyetimle, “Yiteeeer yea! Yiter! Fantastik yok mu fantastik!” diye hönkürmem sonucunda kendimi Kara Prizma ile bakışırken buluverdim. 725 sayfacık zarif (!) endamıyla gözlerimi her anlamda yuvalarından uğratıverdi kendisi. “Sen miydin fantastik isteyen? Al sana fantastik!” diyordu âdeta bana. Çeviri süresi de sayfa sayısıyla doğru orantılı oldu elbette ve beş-altı ay boyunca cebelleştim kendisiyle.

Kara Prizma büyünün sihirli sözcükler ve asalar yardımıyla değil de ışığın farklı tayflarının kullanılmasıyla yapıldığı bir dünyada geçiyor. Bu dünyada yaşayan ve genellikle renkli gözlü olan insanlardan bazıları ışığın belirli bir tayfını alıp onu istediği gibi şekillendirebiliyor. Buna “lüksin” deniliyor. Örneğin kırmızı lüksin yanıcı özelliğe sahipken süperviyole ise görünmez. Ancak herkes her ışığı kullanamıyor ve buna göre sınıflara ayrılıyorlar. Kırmızılar, maviler, sarılar… İki rengi bir arada kullanabilen bikromlar da var, üç renge birden hükmedebilen polikromlar da. Her nesilde tüm renkleri kullanabilense tek bir kişi var, o da ülkenin hükümdarı ve dini lideri olan Prizma. Yani bu evrendeki en güçlü kişi.

Romanımız dönemin Prizma’sı Gavin Guile’ın başından geçenleri anlatıyor. Onun yanı sıra eskiden Gavin’in nişanlısı, şimdilerdeyse bir Kara Muhafız olan yetenekli savaşçı Karris Beyazmeşe ve Kip adındaki küçük bir öksüz de kitabın diğer iki kahramanı. Kara Prizma bu üç kişi arasında dönüşümlü olarak değişerek bizlere yepyeni bir fantazya diyarında epik bir macera sunuyor.

Açık konuşmam gerekirse Kara Prizma’nın çevirisinde beni zorlayan kısımların sayısı çok fazlaydı. Brent Weeks gerçekten de gayet orijinal fikirlere sahip bir yazar ama iş bunları kâğıda dökmeye geldiğinde akıcılık anlamında çok da iyi bir iş çıkaramamış maalesef.

Kitaptaki başlıca sorun isim ve kelime tekrarlarının inanılmaz fazlalığıydı. Tek bir cümle içerisinde aynı karakterin ismi iki-üç kez, aynı kelimeyse üç-dört kez geçebiliyor. Bu da o cümleyi düzgün, okunaklı bir şekilde Türkçeleştirmeyi aşırı derecede zorlaştırıyor. Gerçi bu her Çevirmenin Çemberi yazımda yakındığım bir şey hâline gelmeye başladı. Ama Kara Prizma bunun üst noktasıydı diyebilirim. Gereksiz yere sızlanmadığımı görmeniz için size birkaç örnek vereyim:

“He ran about as fast as Sanson would run if Sanson carried another Sanson on his back.”

Bunun birebir çevirisi şu: “Eğer Sanson sırtında başka bir Sanson daha taşısaydı Sanson’ın koşacağı kadar hızlı koştu.” Şimdi… Eğer bu kitap Otostopçunun Galaksi Rehberi gibi mizahi bir kitap olsaydı bu cümleye bayılır, kahkahalarla güler ve zevkle bu şekilde çevirirdim. Ama bu öyle bir kitap değil… Yer yer mizahi şeyler olsa da son derece ciddi bir fantastik edebiyat romanı var karşımızda. Üstelik bu cümle de aksiyonun iyice tavan yaptığı, kahramanlarımızdan birinin ölümle burun buruna geldiği bir yerde geçiyor. Başka bir tane daha:

“How easy everyone else seemed to find it to find someone who liked her.”

“Find it to find” kısmına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunun tam tercümesi de, “Başkaları kendilerinden hoşlanan birini bulmayı ne kadar da kolay buluyordu,” oluyor. Bir tane daha:

“Cut square to fit the square hole in the middle of danars.”

Danarların ortasındaki kare şeklindeki deliğe uymaları için kare şeklinde kesilmişlerdi,” oluyor bu da. İsim tekrarlarından da bir kuple sunayım, tam olsun:

“Adın ne?” diye sordu Kip’e.
“Kip,” dedi Kip.
“Peki Kip.”

Hadi tüm bunları geçtim, aynı şeylerin tek cümlede arka arkaya yazıldığı yerler de vardı:

“Oğlan tepenin zirvesine yaklaşırken tepenin zirvesinde hareket başladı.”
“Surlara saldıran adamlar eninde sonunda savunmanın zayıf noktasını bulacaktı ama o zamana dek surlara saldıran adamlar ölmeye devam edecekti.”

İşte Kara Prizma boyunca sürekli bu tür şeylerle uğraşmak zorunda kaldım. Aksi takdirde eserin Türkçe çevirisi tam bir tekrarlar yumağından ibaret oluyordu. Abarttığımı ya da işgüzarlık yaptığımı düşünebilirsiniz. Kitabın aslı nasılsa öyle çevirmem gerektiğini de savunabilirsiniz. Ama ben altında imzam olan bir çevirinin mümkün olan en akıcı ve en anlaşılır biçimde okurlarla buluşmasına özen göstermeye çalışıyorum her zaman. Ek olarak, hep söylediğim gibi, beni tanımayan ortalama bir okur suçu asla New York Times Bestseller listelerine girmiş bir yazarda bulmaz. Çevirmen çevirememiş, batırmış der. Nereden bilecek ki?

Beni zorlayan bir diğer şeyse bir sahnede aynı anda ikiden fazla kişinin olduğu anlardı. Brent Weeks böyle sahnelerde ne zaman kimin konuştuğunu açık bir şekilde belirtmekte biraz yetersiz kalmış. Dolayısıyla çeviri sırasında da kim konuşuyor, kiminle konuşuyor, o da kim oluyor, sen kimsin, kim bunlaaaar??!… diye Sezen Aksu’ya bağladığım çok oldu. O kısımlarda da isim eklemelerinde bulundum. Hep çıkarıyordum, bu sefer ekledim anlayacağınız :)

Hele birbirinin yerine geçen iki karakterin karşılıklı konuştuğu bir bölüm vardı ki düşman başına. O kısımlarda yaşanan diyaloglar aşağı yukarı şöyleydi:

“İşte şimdi tam bana benzedin Ahmet,” dedi Ahmet.
“Umarım bu plan işe yarar Ahmet,” dedi Ahmet.
“Merak etme Ahmet,” dedi Ahmet.

Şaka yapmıyorum, vallahi çok ciddiyim. Gülmesenize yaa! Şurada iki dakika sizinle acımı paylaşayım dedim, kıkır kıkır gülüyorsunuz. Öhöm! Neyse… Ayrıyeten yazarın satır başı yaptığı ama önceki diyaloğu, konuyu vs. aynen devam ettirdiği yerler de vardı. Böyle kısımlarda da satır başını yok sayıp paragrafları birleştirdiğim, böylece konu ve diyalog devamlılığını sağladığım yerler oldu.

Son olarak, kitabın sonundaki 30 sayfalık eklere ve sözlüğe buradan saygı ve sevgilerimi iletiyorum. “Çevirim bittiieee!” diye sevinmeye kalmadan ekstraları görüp erkekler ağlamaz sözünü boşa çıkarmam bir oldu. Varın, gerisini siz tahmin edin…

Kara Prizma bugüne dek en çok inisiyatif aldığım çevirilerimden biri oldu sanırım. Mesela kitapta geçen yer isimlerinin büyük bir çoğunluğunun okunuşunu Türkçeleştirdim. Örneğin Abornea yerine Aborneya, Atash yerine Ataş, Paria yerine Parya isimlerini tercih ettim. Conan çevirilerinde Cimmeria yerine Kimmerya, Aquilonia yerine Akilonya yazılması gibi gibi…

Kitapta ışığı emip büyü yapan kişilere normalde “drafter” deniyor. Yani emici. Lâkin bu kelimeyi böyle çevirdiğimde, “Işık emici ışığı emdi,” gibi cümleler ortaya çıkıyordu. O nedenle bu noktada Aslı Dağlı ve Yaprak Onur’la Altın Kızlar’ı oluşturup (evet, ne var?) uygun bir kelime üstünde bayağı kafa patlattık. Karşılıklı sarf edilen birçok edepli sözcüğün ve sevgi dolu darbelerin ardından “ışıktar” kelimesinde karar kıldık. Alican’dan da onayı kapınca o şekilde devam ettim.

Kitapta Rekton Kasabası’nın valisine “Alcadesa” deniyordu. İspanyolcada kadın belediye başkanı anlamına geliyormuş. Bunun yerine de eski Türkçede yakın bir anlama gelen “Şehredâr” kelimesini kullanmayı uygun gördüm.

Romanın ilk bölümlerinde, İsabel adlı genç bir kızın isminin arada sırada “İsa” olarak kısaltıldığı yerler vardı. E hâliyle onları öyle kısaltamadım. “İsa, kızım!” gibi biz Türk okurların ister istemez gülmesine neden olan şeyler çıkıyordu çünkü ortaya. Tüm “İsa”lar sadece “İsabel” olarak yazıldı bu yüzden.

Kitabın geçtiği evrende din adamlarına “luxiat” deniyor. Lüksin (ışıktan elde edilen büyülü madde) kelimesinden türetilmiş bir isim bu. Burada hem “lüks” (lux) harflerini içeren hem de din adamı çağrışımı yapan bir şey bulmam gerekiyordu. Eh, imam ya da hoca ile alakalı olamayacağı açık (Lüks-İmam diye çevirdiğimi düşünsenize… Kafirlik!) Bayağı bir kafa yorduktan sonra en sonunda ilahiyatçıdan yola çıkarak “lüksiyatçı” şeklinde çevirmeye karar verdim bunu da. Beğenmeyenler Brent Weeks’i dava edebilirler…

Genç Kip romanın bir noktasında ışıktarlar hakkında bilgi edinirken bir grubun neden cezalandırıldığını öğrenmek için, “Peki onları neden bir çitin üstüne yatırıyorlar?” gibi bir soru soruyor. Aslında tam olarak böyle sormuyor da… Nasıl anlatsam şimdi bunu size? Yani öyle bir şey söylüyor ki “birine arkadan sahip olmak” manasına geliyor. Ama aslında kastettiği şey birini bir çitin üstüne yatırıp kıçına kemerle vurmak. Yazar burada bir kelime oyunu yapmış. Kip deyimleri karıştırıyormuş gibi göstermeye çalışmış. O nedenle sanki Kip “dizine yatırmak” deyimini “kucağa oturtmak” ile karıştırmış gibi gösterdim ben de. İlgili paragrafa da küçük bir cümle ekleyerek bu karışıklığı bir şekilde çözüverdim.

Işıktarlık dersleriyle ilgili bölümde, öğretmenin “irade”nin (will) öneminden bahsettiği noktada öğrencilerden biri (Bkz. kim olduğunu söylememek için takla atan çevirmen kişisi) “Who is this Will, and how do we stop him?” (Kimmiş bu Will ve onu nasıl durdurabiliriz?) şeklinde bir espri yapıyor. Yani will (irade) kelimesini Will ismiyle karıştırmış gibi yapıyor. Burada da irade-iade kelimelerinin benzerliğinden yola çıkarak, “Kiminmiş bu iade ve onu nasıl teslim edebiliriz?” şeklinde bir çeviriye gittim.

Son olarak sevgili editörüm Setenay Karaçay’ın hayat kurtaran dokunuşundan söz edeyim sizlere. Bir bölümde ışıktarlardan biri önündeki on seramiğe bakarak üzerlerinde yazılan görünmez harfleri okumaya çalışıyor. Ama bunu nasıl yapacağını bir türlü bulamıyor. En sonunda ne yapması gerektiğini akıl ettiğinde karşısına “Nicely done,” sözü çıkıyor. Ben bunu otomatik olarak “Bravo” olarak çevirmiştim. Halbuki burada çok önemli bir nokta var; on seramik olduğuna göre ortaya çıkan kelimenin on harften oluşması gerekiyor. Ama ben bunu atlamışıııııım… Valla ne yalan söyleyeyim, hiç aklıma da gelmedi hani. Neyse ki Setenay durumu şip diye görmüş, şak diye çözmüş. Nasıl mı? Bravo yerine “Aferin sana” yazarak. Kendisine buradan kocaman teşekkürler. Tabii Emre Aygün’e de öyle…

Bitirmeden önce kitaptaki, “Aferin, Kip”, “Evet, Lord Prizma” ya da “Ruthgralı’sın” gibi ibarelerdeki virgül ve kesme işaretlerinin bana ait olmadığını belirtmek isterim. Sonra bana, “Burada durmadan ahkam kesiyorsun, o virgül oraya konmaz diyorsun ama aynı şeyi sen de yapmışsın,” demeyiniz :)

Of, yoruldum yahu! 700 küsur sayfa olunca yazacak ve anlatacak şeyler de çok oluyor hâliyle. Buraya kadar okuma zahmetine katlananlar varsa hepinize teşekkür ederim. Ve umarım Kara Prizma’yı keyifle okursunuz. Darısı ikinci kitabın başına…

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
image

Sayı #119: “Sağır Sultan Öyküleri”

Çizim: Ece Haskan

Bazen küçük bir deyimin bile üzerimizde çokça etkisi vardır. İçinde taşıdığı anlam, basit bir söz dizimi olmaktan öte, eski masalların konusunu barındırır. Belli eder bir şekilde bunu. Sağır Sultan da böyle bir çağrışım yapar kulaklarınıza. Belki onun kulakları ağır işitir, belki bir tanrı tarafından lanetlenmiştir. Yine de, duyuverir sizi. O zaman yer yerinden oynar.

İşte yeri yerinden oynatmaya ara verip Seçkimize konuk olan Sağır Sultan hikâyeleri 119. sayımıza böyle konuk oldu. Bakalım öyküleriyle bu iki kelimeye can vermiş yazarlar, bizleri ne gibi maceralara davet ediyorlar.

Adım Sultan adlı öyküsü ile Tuğba Korkmaz

Ailemizin En Büyük Sırrı adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Akça Sultan adlı öyküsü ile Yasin Yıldız

Akşam Sağırlığı adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

A$K adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Bahtsız Bir Suçlu adlı öyküsü ile Pelin Cansu Dede

Başka Bir Dünya adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Beyaz. Toz. Çığlık. adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Çatlak Patlak, Yusyuvarlak, Kremalı Börek ve Sütlü Çörek adlı öyküsü ile Ufuk Yasin Yurtbil

Çiğ Süt adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Çınla Sonsuz Kere adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Dünya: Bir Muazzamlıklar Gezegeni adlı öyküsü ile Merve Aydın

Elvan, Faruk ve Üç Bilinmeyenli Yaşamları adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Gök Sahanlığı Savaşı adlı öyküsü ile Dipsiz

Gün Doğumu Öncesi adlı öyküsü ile Hakkı Burak Karademir

Halenzeli İkinci Veysi Sultan ve Onun Trajedik Hükümdarlığı adlı öyküsü ile Atakan Güngör

Ina’yı Kaleme Almak adlı öyküsü ile Can Başaçek

Kan Çiçeği ve Mavi Kelebek adlı öyküsü ile Melih Şentürk

Karanlığın Sesi adlı öyküsü ile Uğur Demirkaya

Misafir adlı öyküsü ile Melis Tekin Akçin

Nyks Adasına Dönüş adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Sağır Sultan adlı öyküsü ile Ezgi Aslan

Sağır Sultan adlı öyküsü ile Sevilay Kaygısız

Sağır Sultan Hapları adlı öyküsü ile Orçun Uzunhan

Saltanatın Bedeli adlı öyküsü ile Osman Keçeli

Sultan Ana adlı öyküsü ile İlgi Uğuroğlu

Trinevere’nin Sarı Günleri adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Vamor’un Dönüşü adlı öyküsü ile Erhan Yavuz

Yarığın İki Kurbanı adlı öyküsü ile Nur Toprak

Yeni sayımızın illüstrasyonu da Ece Haskan’ın ellerinden çıktı. Kendisine bu güzel çizim için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Gelelim yeni sayıya. Bildiğiniz gibi önümüzdeki ay, yani 120. sayımız Seçki’nin 10. yılı olacak. Her yıl olduğu gibi bu sene de sizler için oldukça güzel bir sürpriz sayı hazırlıyoruz. Haliyle bu seçki için sizden öykü alamıyoruz.

Seçkiyi bundan sonra ayın 1’i veya 1’ine yakın günlerde yayınlamak istediğimiz için özel sayımız 1 Temmuz’da sizlerle olacak. Ardından her ay düzenli olarak ayın 1’inde yeni seçkileri yayınlamaya çalışacağız.

Ağustos 2019’un teması BALİNA olarak belirlendi.

Sizleri denizlerin o dev canlıları için kaleme alacağınız maceralara davet ediyoruz. Balina temalı öykülerinizi en geç 25 Temmuz 2019 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşulları’na göz atmayı lütfen unutmayın.

10. yıl özel sayısında görüşmek üzere!

İyi okumalar,
Hakan Tunç

image

Nasıl???

Şu sıralar Isaac Asimov'un Pebble In The Sky adlı romanını çeviriyorum. Daha doğrusu çevirmeye çalışıyorum... Çünkü daha ilk 50 sayfada ağzımı burnumu dağıttı üstat. Daha önceki iki kitabına nazaran çok daha fazla bilimsel açıklama var çünkü içerisinde. Zincirleme reaksiyonlar, protoplazmalar, kolloidal dispersiyonlar falan derken şaftım fena kaydı sizin anlayacağınız. Hayır, öyle bir-iki satırlık şeyler de değiller ki. Yazdıkça yazmış üstat, yazdıkça yazmış. Bazı yerlerde iki-üç paragrafı, bazen de bir sayfayı buluyor bu açıklamalar. Hâl böyle olunca da bir günde çevirdiğim sayfa sayısı dibe vurdu.

Sonunda dayanamadım, "Yahu ben bunu bugünün imkânlarıyla bile çeviremiyorsam 1980'lerde nasıl çevirmişler o zaman??" diye sordum kendime, kalan bir tutam saçımı da yolarak. Öyle ya... Bugün elimizin altında hem internet hem de envai çeşit sözlük var. O zamanlardaysa daha doğru dürüst İngilizce sözlük bile yoktu muhtemelen.

Böylece fırlattım attım elimdeki her şeyi, internete girip kitabın Türkçe baskısını aramaya başladım. Sonunda buldum: "Zamandan Kaçış" adıyla Altın Kitaplar'dan çıkmış. Ne zaman? 1984'te... İndirdim dosyayı, açtım ilgili bölümü ve baktım nasıl çevirmişler diye.

Çevirmemişler... :))
image

Sayı #118: “Deniz Kızı Öyküleri”

Çizim: Ubeyd Bayraktar

Efsanelere konu olmak zor iş. Sürekli yanlış anlaşılmak. Kimse durup doğrusunu sormuyor. Tek satırlık gerçek, kulaktan kulağa canavarlaşıp duruyor. Sonra, ‘Bu muymuş?’ diyorlar. Bize böyle anlatmamışlardı.

Bin yıllar geçiyor. Size nasıl anlattıklarını hiç bilmiyoruz. Her saniye, bir başka deniz kızı efsanesi doğuyor. Az önce yine şahit olduk. Üstelik ummadık bir taştı bu. Kayıp Rıhtım. Hakkımızda konuşmuşlar. Üşenmeden, onlarca öykü anlatmışlar.

Yine ne hâllere büründüğümüzü merak ediyoruz. Hepsini dinledikten sonra gerekli mercilere yalanlamalarımızı yapacağız.

O zamana kadar sizleri öykülerle baş başa bırakalım:

Ademoğlu adlı öyküsü ile Yasin Yıldız

Adriyatik’in Sakladıkları adlı öyküsü ile Oğuzhan Koç

Ağlar Deniz adlı öyküsü ile Vector

Akvaryumun İçi adlı öyküsü ile Dağhan Özek

Aquanis adlı öyküsü ile Kenan Demir

Arınma adlı öyküsü ile Can Çelikel

Balık Adam adlı öyküsü ile Efsane Karayilanoglu Toka

Balık Günü adlı öyküsü ile Erhan Yavuz

Bir Deniz Kızının Öyküsü adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Cuci Otak adlı öyküsü ile Begüm Balcı

Deniz Kabuğu adlı öyküsü ile Nova

Deniz Kızı Gördüm Ben adlı öyküsü ile Asım Baran

Deniz Kızından Çileli Kül Kedisine adlı öyküsü ile Özlem Turgut Şili

Deniz Kızını Takip Et adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

Denizi Sevmeyen Adam adlı öyküsü ile Sema Dursun

Denizimin Kızı adlı öyküsü ile Mert Arıkan

Djemilia adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Ekilem adlı öyküsü ile Oktay Türesin

Fotoğraflar adlı öyküsü ile Eser Avcı

Gezegen Baskını adlı öyküsü ile Hüseyin Köroğlu

Gidecek Yer adlı öyküsü ile Taha Enver Arman

Gün Doğumu Karanlığı adlı öyküsü ile Hakkı Burak Karademir

Hayallerinden Düşerken adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

İlk Elçi adlı öyküsü ile İlhami Can Parlakdemir

İntihar Önleme Hattı adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

İstifra adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Karanlık Nehir adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Kavuşma adlı öyküsü ile Tuğba Korkmaz

Kayalıklar, Gemiciler ve Bir Yanlış Anlama adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Kızıldan Maviye adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Labirent adlı öyküsü ile Vuslat Saçkesen

Loş Tapınak adlı öyküsü ile Sefa Tursun

Masal Rüyası adlı öyküsü ile Gülay Pamuk

Mavi Çocuklar adlı öyküsü ile Hatice Tuba Pacci

Mavi Lanet adlı öyküsü ile Gözde Özavcı

Nu Öldüğünde adlı öyküsü ile Yusuf Ziya Karabıçak

Öğleden Sonra Kıyamet adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Reçel adlı öyküsü ile Merve Aydın

Sahipsiz Gözler Adası adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Sessiz Bir Gece adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Son Deniz Kızı adlı öyküsü ile Emre Yaman

Tuzdan Emanet adlı öyküsü ile Berk Göbekcioğlu

Yedinci Gün adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Yetmiş İki Saat Savaşları adlı öyküsü ile Melis Sena Yılmaz

Zamansız Bir Çöl adlı öyküsü ile Umut Yakar

“DENİZ KIZI ÖYKÜLERİ” temasının illüstrasyonu Ubeyd Bayraktardan geldi. Kendisine bu detaylı ve büyülü çizimi için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Mayıs 2019’da temamız: “SAĞIR SULTAN”

Evet, yine masallara, deyimlere konu olmuş bir tema var karşımızda. Sağır Sultan’ı öykülerinizde nasıl kullanacağınız tamamen size kalmış. Bu mistik bir kişi de olabilir, sade bir deyim de.

“Sağır Sultan Öyküleri”nizi 18 Mayıs 2019 tarihine kadar oykuseckisi@gmail.com adresinden bizlere ulaştırabilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Koşullar başlığına göz atmayı lütfen unutmayın.

Gelecek sayı görüşmek üzere.

Keyifli okumalar dileriz!
Onur Selamet

image

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları | Kitap İnceleme

İthaki Yayınları, 2015
Çevirmen: Aslı Dağlı
Editör: Emre Aygün
Keyifle okunan, bir an bile sıkmayan, eğlenceli bir gençlik fantazyası.

Kitabımızın başkahramanı Jacob, büyükbabasının anlattığı tuhaf hikâyelerle büyüyen, sıradan bir çocuk. Ama çocukluk yıllarını geride bırakıp 16 yaşına geldiğinde kendisine anlatılan şeylerin aslında gerçek olmadığını, küçük bir çocuğu eğlendirmek için sıkılan palavralar olduğunu anlıyor. Ardından dedesiyle arası açılıveriyor. Ama günün birinde dedesi tıpkı hikâyelerinde anlattığı tuhaf bir "şey" tarafından öldürülünce aslında tüm o tuhaflıkların gerçek olabileceği fikri kafasına dank ediveriyor.

Böylece hem hakikati öğrenmek hem de büyükbabasının son nefesinde kendisine verdirdiği sözü tutmak için düşüyor yollara. Ve kendisini Bayan Peregrine ile Tuhaf Çocuklarıyla karşı karşıya buluveriyor.

Kitap bir bakıma Harry Potter'ın formülünü uyguluyor aslında. Sıradan bir çocuk. Tuhaf güçlere sahip çocuklarla dolu bir yetimhane. Hepsini koruyup gözeten bir öğretmen. Kaçınılması gereken gölge yaratıklar. Benzerlikler çok bariz. Bununla birlikte kendi ayakları üstünde durmayı ve kendi evrenini yaratmayı başarıyor yazar. Hikâyesini anlatmak için gerçek fotoğraflar kullanması da öyküsünün etkisini arttırıyor.

Açıkçası okurken hiç sıkılmadığım, acaba ne olacak diye her sayfayı merakla çevirdiğim bir kitap oldu. Hatta son bölümlerde heyecan dozu öyle bir artıyor ki satırları atlaya atlaya okumamak için kendimi zor tuttum. Tabii bunda Aslı Dağlı'nın çok başarılı ve akıcı çevirisinin de katkısı büyük.

Bakalım devam kitabında neler olacak?

image

Çevirmenin Çemberi: Uzay Akımları

Asimov’la üç perdelik çeviri dansımızda sıra Uzay Akımları’na geldiğinde kafam pek yerinde değildi açıkçası. Bir daha başkalarının çevirilerine editörlük yapmayacağıma dair dizlerimin üstüne çöküp gök gürültüleri eşliğinde yumruklarımı havaya sallayarak ettiğim tüm yeminlere rağmen, yaşadığım maddi sıkıntılardan ötürü tükürdüğümü bir güzel yalamak zorunda kalmış ve Babür İmparatorluğu’yla ilgili tarihi bir romanın düzeltisine başlamıştım. Ama ne yazık ki düzeltmem gereken kitap hatalı çevirinin sınırlarını dikiş yerlerinden patlatırcasına zorladığından o iş maddi bir destekten çok ruhi bir kösteğe dönüştü.

O yüzden, en nihayetinde Uzay Akımları’na geçebildiğimde beynim hayli yorgundu. Delhi, Agra ve Semerkant civarlarında dolaşırken bir anda Trantor, Sirius ve Arcturus civarlarına ışınlanınca da hepten ambale oldum. Neyse ki kitap beklediğimden daha keyifliydi. Bir Asimov romanı çeviriyor olmanın verdiği kıvanç, romanı okurken aldığım keyifle birleşince ortaya gayet memnun kaldığım, güzel bir çeviri süreci çıktı.

Uzay Akımları (Currents Of Space), üçlemenin ilk kitabı olan Toz Gibi Yıldızlar’dan yaklaşık 6200 yıl sonra, 11129 yılında geçiyor. O nedenle iki roman arasında aynı evrende geçmeleri dışında hiçbir bağlantı yok. Bununla birlikte Trantor İmparatorluğu’nun artık kurulduğunu ve giderek yayılmaya başladığını görüyoruz. Bu da Biron Farrill ve arkadaşlarının başarılı olduğu izlenimini uyandırıyor bizde. Dünya gezegeni ise çok farklı ve enteresan bir konumda çıkıyor karşımıza. Ama kitabın sürprizlerini bozmamak için bunun ne olduğunu söylemeyeceğim.

Kitapta Florina adlı bir tarım gezegeni ile ona hükmeden Sark adlı egemen bir gezegen arasındaki ilişki anlatılıyor. Florina “kirt” denilen, çok özel bir bitkinin tüm galakside yetiştiği tek yer olma özelliğine sahip. Sark çok uzun yıllar önce burayı hâkimiyeti altına almış ve gezegenin halkını âdeta köle gibi çalıştırıyor. Galaksinin geri kalanıysa kirtten mahrum kalmamak adına Sark’ın yaptıklarına göz yumuyorlar.

Derken günün birinde Rik adındaki, yarım akıllı bir Florinalı birdenbire akli melekelerini geri kazanmaya başlıyor ve aslında başka bir gezegenden geldiğini, geçmişte başka biri olduğunu hatırlıyor. Daha da önemlisi Florina’nın yakında yok olacağı gibi çok elzem bir bilgiye de sahip kendisi. Böylece başına ne geldiğini araştırmak için koyuluyor yola. Ancak hiç hesaplamadığı şey hem Trantor casuslarının hem de Sark kuvvetlerinin onun peşine düşeceği… Polisiye-bilimkurgu tadındaki maceramız da bu şekilde başlamış oluyor.



Açıkçası, Uzay Akımları’nı çevirirken Toz Gibi Yıldızlar’da olduğu gibi beni öyle aman aman zorlayan bir şey olmadı. Asimov’un akıcı ve yalın üslubu sayesinde sıkıntılı başladığım çeviri süreci sayfalar ilerledikçe iyice hızlandı, sonlara doğruysa âdeta uçuşa geçti. Bununla birlikte arada sırada üstünde uzun uzun düşündüğüm ve başkalarıyla istişare ederek çözdüğüm şeyler de yok değildi.

Bunların en başında “Miakins” geliyor sanırım. Kitapta Fifelı Samia adında genç bir kadınla karşılaşıyoruz. Kendisi bir bölümde çocukluk anılarına dalıyor ve dadısıyla yaptığı bir konuşmayı hatırlıyor:
“Neden böyle parlıyor dadı?”
“Çünkü o kirt Miakins.”
‘Miakins mi? O da nereden çıktı şimdi? Bu kadının adı Samia değil miydi yahu?…’ diyerekten mavi ekran verdim ben de oracıkta. Acaba dedim soyadı mı? Öyle ya, yabancılar genellikle birbirlerine soyadlarıyla da hitap ediyorlar. Ama sayfaları karıştırdığımda kadının adının sadece “Fifelı Samia” olarak geçtiğini gördüm. Bunun üzerine “Denize düşen çevirmen Google’a sarılırmış,” atasözünden yola çıkarak interneti karıştırmaya başladım. Ama karşıma çıkan sonuç hüsrandı:
“Miskin mi demek istediniz?”
Google’ın bana aptal muamelesi yapmasına içerleyerek arama üstüne arama yaptım: Asimov Miakins, Samia Miakins, Currents of Space Miakins, Fife Miakins… Ama yok arkadaş, yok. Sonra, tam da ümidi kesmişken, “Ya acaba bir küçültme sıfatı falan mı? Hani Mehmet’e Memo deriz ya hani…” diye bir düşünce geçti aklımdan.

Derken bir “anne-bebek” sitesinde çocuğunun adını “Savannah” koymak isteyen ama bunun nasıl kısaltılacağından emin olamayan bir anne adayının yazdıklarıyla karşılaştım. Hamile ve çocuklu anneler bu ismin kısaltılıp kısaltılamayacağı konusunda hararetli bir tartışmaya girmişler. En sonunda da bir tanesi iyice kızıp, “Her isim kısaltılabilir. Benim kızımın adı Mia ama ona Miakins bile diyorlar,” demiş. Böylece dokuz doğurarak da olsa Miakins’in “Miacık” anlamına geldiğini ve Asimov’un bunu Samia için bir küçültme sıfatı babında kullandığını çözmüş oldum.

Bunun haricinde ilk kitapta olduğu gibi yine metinde bazı yazım hataları vardı. Mesela ikinci bölümde Myrlyn Terens karakteriyle ilk karşılaşmamızda soyadı “Tebens” olarak yazılmış. İleriki sayfalarda, “Looking I at the small code marks” diye bir cümle geçiyor. Ama ortadaki “I” kitabın başka baskısında yok. Daha da ilerilerde, “On, but really, don’t you see?” diye bir cümle daha var. Burada da “On” aslında “Oh” olacak. “It isn’t L Really!” şeklinde yazılan cümlenin doğrusu da “It isn’t I. Really!” elbette. Geçen kitaptan alışık olduğumdan, “Asimov yazım hatası mı yaparmış yahu?” şokunu bu kez yaşamadım neyse ki.


Kitabın en enteresan özelliklerinden biri pek çok icadı yarım asırdan uzun bir süre önce öngören Asimov’un burada da görüntülü konferanslardan bahsetmesi sanırım. Kitapta bunu sağlayan araca “trimensic” deniyor. Three Dimensional Screen’in, yani üç boyutlu ekranın bir nevi kısaltması… Bunu nasıl çevireyim diye düşünürken önce Asimov’un izinden gidip onunla aynı yöntemi kullanayım dedim, ortaya “üçbokran” çıktı :) O noktada çok mantıklı ve aklı başında bir tutum sergileyerek bu kelimenin pek de iyi durmadığına karar verdim… Ardından anlama değil de fonetiğe önem vererek, kelimenin sonuna küçük bir eklentiyle “trimensik ekran” olarak çevirdim bunu.

Kitapta yer alan bir başka icat da communie-tube olarak geçen ve insanların birbirleriyle haberleşmek için kullandıkları, hem telefon gibi olan hem de olmayan bir boruydu. Buna ne desem, nasıl çevirsem, ne yapsam da “haberleşme borusu” yazmasam diye (oturduğum yerde) kırk takla attım fakat bir türlü işin içinden çıkamadım. Sonunda “Acaba viziekran, kitap-film gibi Vakıf’ta geçen bir şey mi bu? Daha önce de çevrilmiş olabilir mi?” diyerekten diğer kitapları karıştırdım. Orada da bulamayınca editörüm Ömer Ezer’e mesaj attım. Hani derler ya, bazen en iyi çözüm en basit olandır diye. “Abi biz buna ileti-tüpü diyelim bence. İletişim tüpünün kısaltması olsun,” şeklinde bir dönüş yaptı Ömer. O anda kafamda ding! diye bir ampul yandı. Bir yandan da ben bunu nasıl düşünemedim diye hayıflandım tabii. Ömer’e buradan tekrar teşekkürler.

Son olarak kitabın düzelti aşamasında çevirmeyi unuttuğum bir paragrafı yakalayan ve beni büyük bir mahcubiyetten kurtaran sevgili Setenay Karaçay’a da buradan kocaman bir teşekkürler. İyi ki gördün, iyi ki kitabın düzeltisini sen yaptın Settie…

Böylelikle bir kitabın çeviri macerasının daha sonuna geldik dostlar. Darısı üçlemenin son kitabı olan Gökteki Çakıl’a…

Not: İlk önce Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
image

Yeni Çeviri: Gökteki Çakıl Taşı - Isaac Asimov

Isaac Asimov'un Galaktik İmparatorluk üçlemesinin son kitabı "Gökteki Çakıl Taşı" (Pebble In The Sky) için yaptığım çeviri 5 Nisan'da görücüye çıkıyor.

Aslında kendisi Asimov'un kariyeri boyunca yazdığı ilk kitap. Üstat o güne dek sadece kısa bilimkurgu hikâyeleri kaleme alıyormuş. Gökteki Çakıl Taşı ile ilk romanını yayımlamış. Böylece Vakıf ve Robot serilerine giden yolda da ilk adımı atmış aslında.

Bununla birlikte kitapta anlatılan olaylar kronolojik açıdan üçlemenin ilk iki cildi olan Toz Gibi Yıldızlar ve Uzay Akımları'ndan sonra geçiyor. Bu sefer Trantor İmparatorluğu'nun en görkemli yıllarındayız. Dünya ise galaksideki diğer gezegenler tarafından küçümsenen, değersiz görülen bir yer. Sadece gökteki bir çakıl taşı...

1949 yılının Amerikasında yaşayan Joseph Scwartz beklenmedik bir olay sonucunda işte kendini tam olarak bu gelecekte, bu istenmeyen gezegende buluveriyor. Ne dillerini ne âdetlerini anlayabildiği bu gezegenden kaçmak, evine dönmek için çabalayan Scwartz'ı ve bizleri tahmin edemeyeceğimiz bir macera bekliyor sonrasında.

Editörlüğünü sevgili Ömer Ezer'in üstlendiği kitap 5 Nisan'da raflardaki yerini alacak. Bu ayrıca Asimov'la olan üç perdelik, çok özel dansımın da sonuna geldiğim anlamına geliyor. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek benim için gerçekten ama gerçekten de tarif edilmez bir onur ve mutluluktu. Bana bu fırsatı sundukları için sevgili Alican Saygı Ortanca'ya ve İthaki Yayınları ailesine teşekkürü borç bilirim.

Keyifli okumalar...


image

Yeni Çeviri: Kara Prizma - Brent Weeks

Editörüme, "Yetti artık bilimkurgu çevirdiğim! Fantastik yok mu fantastik?" diye çemkirmem sonucunda masama gökten güm! diye düşen ve "Allah belamı verdi" dedirtecek bir kalınlığa, 728 sayfaya sahip bir epik fantazya romanı Kara Prizma... Ve kendisi bugün itibariyle raflardaki yerini alarak Türk okurlarla buluştu.

Brent Weeks ülkemizde çok tanınmasa da yurt dışında hayli popüler bir yazar. Bu kitabında da Brandon Sanderson'ın izinden giderek tamamen özgün bir dünya ve orijinal bir büyü sistemi yaratmış. Kara Prizma'da büyü ışığın tayfları kullanılarak yapılıyor ve her rengin farklı farklı özellikleri, farklı farklı güçleri var. Herkes her rengi kullanamıyor. Hepsini kullanabilense sadece tek bir kişi var: Prizma, yani kitabımızın kahramanı.

Yazar her renk için ayrı ayrı kurallar ve özellikler tasarlamış. Sonra da bunları kitabın arkasında detaylı ekler olarak açıklamış. Bunun yanı sıra her karakterin bir geçmişinin olması ve yıllar önce yaşanan büyük bir savaşta kiminin müttefik kiminin düşman olması ancak kitapta geçen olaylarda, yıllar sonra tekrar karşılaşmaları onlara derinlik katıyor.

Kitap üç karakterin bakış açısından anlatılıyor. Bu diyarlardaki en büyük ışıktar (ışık kullanıcısı) olan Prizma Gavin Guile; yetenekli bir Kara Muhafız olan Karris Beyazmeşe ve öksüz Kip. Gavin'in bölümlerini çok sevdim, Karris'in bölümlerinde kararsız kaldım, Kip'e ise bol bol sövdüm :)

Aslında bu kitabı çevireli bayağı oldu; 2017 yılında, yaklaşık beş aylık bir süreç içerisinde çevirmiştim. Ama çok kalın olduğundan editörlük ve düzelti süreci de uzun sürdü elbette. Romanı önceki çevirimde olduğu gibi sevgili Setenay Karaçay yayına hazırladı ve birkaç yanlışımı ve eksiğimi düzelterek en kocamanından şükranlarımı kazandı. Editörlüğünüyse sevgili Emre Aygün yaptı.

Işıkyaratan Serisi toplamda beş kitaptan oluşuyor. Yurt dışında şimdilik ilk dördü yayınlanmış, beşincinin de bu sene çıkması bekleniyor. İnşallah keyifle okursunuz ve geri kalan kitapları da çevirmek kısmet olur...
image

Sayı #117: “Peri Bacaları Öyküleri”

Çizim: Keziban Hidayet

Dünyada hikâye anlatacak pek çok harika konum var. Söze girdiğinizde ortamın atmosferi sizi öykünün bir parçası hâline getirecek önemli meskenler. Bir kamp ateşinin başında, bir mağarada, uçurumun kenarında, dağın zirvesinde, yastık ve yorganların altında… İnsan yeter ki anlatmak istesin. Dinleyecek birilerinin olması önemli değil. Sadece kendisi duysa da yeter. Bazen.

Dünyada hikâye anlatılacak en güzel yerlerden birisi de Kapadokya’da. Mart 2019’da rotamızı Anadolu’nun bağrına kıralım dedik. Biz oraya ulaşmadan bir tarih silinip gitmesin diye, orada nöbet tutmak istedik. Öykülerimizle.

Not düştüğümüz koca tarih elbet bir gün daha adil ellerle yazılmaya başlanacak. İşte o gün bu öyküler daha büyük bir gururla hatırlanacak.

Aga adlı öyküsü ile Murat Yıldırım

Agartha’nın Perileri adlı öyküsü ile Onur Ataç

Armağan adlı öyküsü ile Ufuk Bayat

Ateş Dağı 3 adlı öyküsü ile Eşref Orhan

Atlas adlı öyküsü ile Elif Aslan

Azıcık Firar Eden Dışkı ve Tarak Uzmanlığı adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

Bacadaki Yılan adlı öyküsü ile Fazıl Okutan

Buraya Bakarlar adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Cennet de Burada Cehennem de adlı öyküsü ile Ayse Nur Zeybek

Defineci Adem Bey adlı öyküsü ile Bahadır Satır

Devler Vadisi adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Dünya Var Dünya İçinde adlı öyküsü ile Merve Aydın

Emanetler ve Peri Bacaları adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Gölge adlı öyküsü ile Pelin Cansu Dede

İki Köy adlı öyküsü ile Mert Arıkan

İkinci Şans adlı öyküsü ile Yasin Yıldız

Kaos adlı öyküsü ile Pınar Birol

Keşke adlı öyküsü ile Sinan Haholu

Kuleler Arasında Et Yağmuru Perisi adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Lanetli Tepe adlı öyküsü ile Can Çelikel

Mansur’un Bir Günü adlı öyküsü ile Atakan Güngör

Mekanik Prensesler adlı öyküsü ile Vector

Otobanda Kaybolanlar adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Öz’e Kavuşmak adlı öyküsü ile İlgi Uğuroğlu

Peri Bacaları, Volkan Yanardağ’ın Kızı adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Peri Düğünü adlı öyküsü ile Gülay Pamuk

Peri Vuruldu adlı öyküsü ile Eser Avcı

Pi Sayısındaki Mimoza adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Severek An adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Üç Güzeller adlı öyküsü ile Nazan Çinko

Wanli Adında Bir Köy adlı öyküsü ile Müge Koçak Güvenç

Yeniçeri ve Aziz adlı öyküsü ile Yusuf Ziya Karabıçak

“PERİ BACALARI” temalı Seçkimizin illüstrasyonu Keziban Hidayetten geldi. Kendisine tekrar teşekkür ediyoruz.

Nisan 2019 tarihli 118. sayımızın teması ise “DENİZ KIZI” oldu. Bu temadaki öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz!

Katılım için son tarih 18 Nisan 2019.

Her zamanki gibi hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Koşullar başlığına göz atmayı lütfen unutmayın.

Gelecek sayı görüşmek üzere.

Keyifli okumalar dileriz!
Onur Selamet

image

"Miskin mi demek istediniz?"

Şu sıralar harıl harıl Asimov'un Uzay Akımları (Current Of Space) kitabını çeviriyorum. Ortalarında bir yerlerde Fifelı Samia (Samia of Fife) adında genç bir kadın çıkıyor karşımıza. Asimov'un alametifarikası olduğu üzere kendisi bilime âşık olan, sıradan bir ev hanımı olmaktan uzak, ne istediğini bilen bir kadın olarak portre ediliyor.

Gelgelelim bir noktada anılarına dalıyor ve dadısıyla aralarında geçen bir konuşmayı hatırlıyor.

“Neden böyle parlıyor dadı?”
“Çünkü o kirt Miakins.”

'Miakins' mi? Bu kızın adı Samia değil miydi yahu? Miakins de nereden çıktı şimdi? Soyadı mı acaba diye merak ettim önce. Öyle ya... "Fife" gezegeninin veya şehrinin ismi olabilir sonuçta. Ama ı-ıh. Tam adı Fifelı Samia olarak geçiyor her yerde. Kitabı hızlıca taradığımda Miakins kelimesinin sadece iki yerde geçtiğini gördüm. İkisi de dadısı tarafından, Samia'ya hitaben teleffuz ediliyor. E, baş harfi büyük olduğundan özel isim olduğu da belli. İyi de ne ki bu şimdi??

Sonraki işim kendine güveni olan her çevirmenin yapacağı gibi bir koşu gidip her derde deva olan Google'dan kopya çekmek oldu! :P Ama karşıma çıkan sonuç hüsrandı:

"Miskin mi demek istediniz?"

"Hayır be her derde dana Google! Miskin demek isteseydim öyle yazardım, salak mıyım ben?" dedim (Ekranda "evet" çıkıyormuş). Ardından "Asimov" ve "Miakins" kelimelerini yan yana arattım, ama sonuç yine aynıydı. "Miskin mi demek istediniz?" Hışımla arama üstüne arama yaptım: Samia Miakins, Currents of Space Miakins, Fife Miakins... Ama yok! Yok arkadaş, yok. En nihayetinde karşıma tek çıkan çevirmeye çalıştığım kitabın bölümleri oldu sadece.

Sonra, tam da ümidi kesmişken, "Ya acaba bir küçültme sıfatı falan mı? Hani Mehmet'e Memo deriz ya hani..." diye bir düşünce geçti aklımdan. Nasıl geçti diye sormayın, manyak işte...

Derken bir "anne-bebek" sitesinde çocuğunun adını "Savannah" koymak isteyen ama bunun nasıl kısaltılacağından emin olamayan bir anne adayının yazdıklarıyla karşılaştım. Hamile ve çocuklu anneler bu ismin kısaltılıp kısaltılamayacağı konusunda hararetli bir tartışmaya girmişler. En sonunda da bir tanesi iyice kızıp de demiş ki, "Her isim kısaltılabilir. Benim kızımın adı Mia. Ve ona Moo, Minky, hatta Miakins bile diyorlar."

Miakins = Miacık...

Böylece çeviri için araştırma yaparken girdiğim abuk sabuk sitelerin arasına bir de hamilelik sayfaları katıldı. Doğurtturdun be Asimov!
image

Kafa İzni

Ne zamandır elimdeki çeviri düzeltisini bitirebilmek için bütün gece çalışıyor, sabah 5-6 gibi yatıyordum. Ertesi gün de 12 gibi kalkıp kaldığım yerden çalışmaya devam ediyordum (Çünkü yaşasın evden çalışmak, oleeey...) Neyse efendim, geçen pazar gecikmeli de olsa nihayet düzeltiyi bitirip yayınevine yolladım, sonrasında da birkaç gün kafa izni yapayım dedim. Sen misin bunu diyen?

İlk işim uyku saatlerimi bir düzene sokmaya çalışmaktı. Böylece bu sabah kargalar kahvaltılarını etmeden fırladım yataktan. Dedim madem yeni bir gün, yeni bir başlangıç, o zaman yepisyeni kıyafetler de giyeyim tam olsun. Böylece dolabımın kapağını açıp yeni bir kazak ve pantolon aramaya koyuldum.

Tam o sırada tepemden GACIRT! diye bir ses gelmesin mi? "Neler oluyor?" diye yukarı bakmamla birlikte dolabın üst kapağının yerinden çıktığını ve kafama doğru düşmekte olduğunu âdeta kayalar tarafından ezilmek üzere olan Coyote edasıyla izledim...

O kapağın köşesi önce sol kaşıma KÜT! diye inmez mi? Ben "Yandım Allah!" demeye kalmadan oradan da sol dizime çarpmaz mı? Çarptı vallahi... Gözümü mü tutayım, dizimi mi kavrayayım derken kıç üstü yere düşüverdim üstüne. Hem kaşım şişti, hem dizim tabii. İkisi de balon gibi oldu.

Şimdi yatakta iki seksen uzanarak "kafa izni" yapıyorum...

Bu hikâyeden çıkarılacak ders: Erken kalkmayın, uyuyun.
image

Sayı #116: “Bataklık Öyküleri”

Çizim: Nilay Şahin

116. defa yola çıkıyoruz. Bastığımız yere hiç güvenmeden. Hayatın bize öğrettiği gerçek tekinsiz yamalarla dolu. Her köşede bir hortlak, her ağaçta bir yılan var. Kulağımız anlatılanlarda. O bataklığa gidenlerin bir daha geri gelmediklerini söylüyorlar.

Seviniyoruz. Belki gidenler suyun ve toprağın altında, muhteşem hikâyeler dinliyordur. Denemeye değer diyoruz. Nefesimizi olabildiğince tutup kendimizi çamurun içine bırakıyoruz. Ne bulacağımızı bilmeden.

Ama canımızın sıkılmayacağı belli.

Adem ve Gün adlı öyküsü ile Ufuk Deniz Erdinç

Ateş Dağı 2 adlı öyküsü ile Eşref Orhan

Bataklık Adam adlı öyküsü ile Gülnar Nezerova

Bataklık ve Değirmen adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Bataklıkta Bir Tatarcık adlı öyküsü ile Hatice Vera Şahin

Bataklıkta Gözyaşları adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Bir Delilik Anı adlı öyküsü ile Eser Avcı

Bir Yaban Ezgisi adlı öyküsü ile Murat Çelik

Biten Değil Batan Bir Yol Hikâyesi adlı öyküsü ile Onur Uzer

Çamurdan Sıyrılan Kemikler adlı öyküsü ile Mahmut Vasfi Bentur

Çaresiz Kadın adlı öyküsü ile Adnan Fatih Gören

Cazu Yanı Sazlığı adlı öyküsü ile Abdullah Emre Aladağ

Cehaletin Sefaleti ya da Sefaletin Cehaleti adlı öyküsü ile Mehmet Durmaz

Çetsu adlı öyküsü ile Hüseyin Köroğlu

Çöpçü adlı öyküsü ile Sema Dursun

Deniz Ürpertisi adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Dijital Duygu adlı öyküsü ile Emre Sümer

DNA adlı öyküsü ile Pelin Cansu Dede

Entropik Çöküş adlı öyküsü ile Can Çelikel

Esir ve Ruh adlı öyküsü ile Emrecan Şuster

EtYiyenSarmaşıkUşağı Senin Nefretini Seçiyor adlı öyküsü ile Dağhan Özek

Evimizin Arkasındaki Bataklık adlı öyküsü ile Ege Emir Özkan

Gamsız adlı öyküsü ile Osman Eliuz

Gecikmiş Ölüler adlı öyküsü ile Onur Şahin

Issık Göl adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

İçsel Bir Bataklık adlı öyküsü ile Ferhad Butimar

İçteki adlı öyküsü ile Hilal Onay

İnci adlı öyküsü ile Feyza Yılmaz

Kara Cadı Bataklığı adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Kayıp Ruhlar Bataklığı adlı öyküsü ile Nurgök Özkale

Lima adlı öyküsü ile Merve Aydın

Nilüfer adlı öyküsü ile Hediye Gasımova Nar

Num adlı öyküsü ile Ali Burak Işık

Ötebölge adlı öyküsü ile Oğuzhan Acar

Salyangoz ve Kelebek adlı öyküsü ile Gülay Pamuk

Şehzadenin Şeytanı adlı öyküsü ile Onur Ataç

Sonsuz Lakırdısı adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Su, Mücevher ve Köpük ya da Bu Şartlar Altında Kabarcık adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Şubat adlı öyküsü ile M. Gökay Okutucu

Süt Rengi Takım Elbise adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Timsah Kaçakçısı adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

Yalnızlarla Kötülerin adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Zindanımdan Bakakarken adlı öyküsü ile Sinan Haholu

“Bataklık Öyküleri” temamızın illüstrasyonu Nilay Şahin’in usta ellerinden çıktı. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Mart ayının temasını “PERİ BACALARI” olarak belirledik. Yıkmaya, tahrip etmeye, unutturmaya odaklı düzene inat, yaşadığımız coğrafyaya öykülerle sahip çıkmak istedik.

“PERİ BACALARI” temalı öykülerinizi 17 Mart 2019’a kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı lütfen unutmayın. Ayrıca bu sayfaya ufak bir Notlar kısmı ekledik. Orası da oldukça önemli.

Gelecek sayı görüşmek üzere.

Keyifli okumalar dileriz!
Onur Selamet

image

Aradığınız zihne şu an ulaşılamıyor

Durum: Dün gece geç saatlere kadar çalışan çevirmen kişisi, sabah kalkıp giyindikten sonra bir elinde cep telefonu öbür elinde de çoraplarıyla çalışma odasına gider. Uykulu gözlerle telefonu masaya, çorapları da yere atar.

Sandalyesine çöker ve gelen mesaj var mı diye telefona bakmaya karar verir. El yordamıyla çalışma masasının üstündeki telefonun sert hatlarını arar ama onun yerine eline bir çift yumuşak, hafif tüylü kumaş gelir. Gözlerini zar zor açtığında çoraplarının masanın üstünde durduğunu görür...

Soru: Çevirmen kişisinin telefonu nerededir? :(

A) Yerde
B) Yerde
C) Yerde
D) Hepsi
image

Sıradaki parça...

90'larda çocuk olmanın laneti mi dersiniz, ayrıcalığı mı dersiniz ama çoğumuzun mustarip olduğu bir gerçek var: Kral TV. Okul kantinine girerdik, Kral TV çalardı. Serviste Kral TV, evde Kral TV, hafta sonları Kral Pop 10... O şarkılar beynimize işlemiş resmen. Sonra ne oluyor? Ufacık bir cümle, bir söz vs duyunca başlıyor kafamızda bir şarkı çalmaya...

Adamın biri "Bu gece uzun olacak" diyor, Hülya Avşar kafamın içinde "Besbelliiiiiiii biliyoruuuuuuuum," diye tamamlıyor. Biri "Gitme," diyor, Nazan Öncel, "Gitme kaaaaal bu şehirdeeeeEEEğ," diye devam ediyor. "Vazgeçtim," dendiğinde Sezen Aksu'nun "eeeellerindeeeen," diyen sesi kulaklarımda yankılanıyor. Annem "Yine başım dönüyor," deyince endişelenmem gerekirken ilk kasetini çıkaran Reyhan Karaca mutluluğuyla "garip halleeeerde, neden koşarsın hala boş hayalleeeerde!" diye dans edesim geliyor. Ve daha bir sürü şey (Canım mısın sen, benim misin sen...)

Yalnız olmadığımı söyleyin bana. Yoksa deli miyim ben? (Şaparım bilirsin!)
image

Yeni Çeviri: Uzay Akımları - Isaac Asimov

Üstat Isaac Asimov'un Galaktik İmparatorluk Üçlemesi kapsamında çevirdiğim kitaplardan ikincisi olan Uzay Akımları (Currents Of Space) bugün itibariyle İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Roman, Toz Gibi Yıldızlar'ın (Stars Like Dust) ardından serinin ikinci kitabı olarak geçse de aslında aralarında çok fazla bir bağlantı yok. Çünkü Uzay Akımları ilk kitaptan yaklaşık 6000 yıl sonra geçiyor. Bu kez Florina adlı bir tarım gezegenindeyiz. "Kirt" adında, galaksideki en değerli maddelerden birini üretmelerine rağmen Sark gezegeni tarafından sömürülüp neredeyse köleleştirildikleri için fakir bir halk Florinalılar.

Bu esnada Vakıf'ta sık sık bahsi geçen Trantor İmparatorluğu artık kurulmuş ve galaksideki hâkimiyetini iyice sağlamlaştırmıştır. Dünya ise çok uzaklardaki önemsiz bir gezegen olarak bilinmektedir sadece.

Derken Florina'da yaşayan, Rik adındaki bir yarım-akıllı ansızın geçmişte kendisine verilen çok önemli bir mesajı hatırlar: Florina'daki herkes ölecektir. Böylece Sarklı Toprak Efendileri ve Trantor İmparatorluğu'nun casusları Rik’in peşine düşer ve olaylar başlar.

Açıkçası, Uzay Akımları'nı hem çevirirken hem de okurken Toz Gibi Yıldızlar'dan daha çok keyif aldım. Kitap bir bilimkurgudan ziyade başarılı bir dedektiflik romanı havasında ilerliyor. Ama içerisinde bir sürü ilginç Asimov icadı var tabii. Asimov'un görüntülü konferansları taa o zamandan öngörmesi de dikkatlerden kaçmıyor.

Kitabın son okumasını sevgili Setenay Karaçay, editörlüğünü de Ömer Ezer yaptı. İkisine de buradan çok teşekkür ediyorum. Özellikle Setenay yanlışlıkla çevirmeden geçtiğim bir-iki satırı gözümün içine içine sokarak bana büyük bir iyilik yaptı. Ömer de "communie-tube" (iletişim borusu) icadı için "ileti-tüpü" önerisinde bulunarak harika bir dokunuşta bulundu.

Şimdi sıra üçüncü kitap olan Pebble In The Sky'da. Keyifli okumalar...

image

Sayı #115: “Yanardağ Öyküleri”

Çizim: Filiz İrem Özbaş

Temizlik zamanı. Toprak hiç olmadığı kadar kirli. Deprem. Duman. Kül yağmuru ve lavlar. Her şey sırasıyla. Havadaki tüm mikropların kırılacağından eminiz. Lavlar yaşanmış her şeyi unutturmak için gelecek. Lavlar tarihin en sıkıcı gününde sayfaları temize çekecek.

Olanı olduğu ile birlikte kaplayıp pişirecek. Silik fosillerden daha azı kabul edilebilir değil. Açılan sayfa, yeni hikâyeler de getirecek. Bir yerlerde bir volkan patlıyorsa anlatılacak hikâyeler vardır. Dünyanın kabuğu boşuna çatlamaz.

Magmanın sizinle paylaşacağı sırlar var.

Ahenk ve Bengi Dönüş adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Anlatmam Gerek adlı öyküsü ile Kübra Demir

Apartmanlar Çöplüğünde Bir Macera adlı öyküsü ile Dağhan Özek

Arayış adlı öyküsü ile Metin Karagöz

Ardına Bakmadan Atlayanlar adlı öyküsü ile Ceren Karakaya

Ateş Dağı adlı öyküsü ile Eşref Orhan

Ave Sokağı Yanardağı adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Bir Şişe Amontillado adlı öyküsü ile Enver Yunusoğlu

Çocuk adlı öyküsü ile Sema Dursun

Esaretin Nedeni adlı öyküsü ile Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Etna’da On Bir Dakika adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

Gri, Topaklı Şeyler adlı öyküsü ile Çağatay Şenkay

Hepimizin Hediyesi adlı öyküsü ile Eser Avcı

Karaberk’le Gelen adlı öyküsü ile Ayse Nur Zeybek

Kırkkoyun adlı öyküsü ile Atakan Güngör

Körler, Davullar, Feda adlı öyküsü ile Dipsiz

Kulüp Yanardağ adlı öyküsü ile Gürkan Sadece

Kurban adlı öyküsü ile Metin Alnıaçık

Küller Küllere adlı öyküsü ile Enver Kubilay Yüksel

Nimet’in Hapları adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Nyks Adası Yanardağı adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Ocak adlı öyküsü ile M. Gökay Okutucu

Pofuduk Hanım’ın İntikamı adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Rupicola’nın Yolculuğu: Pompei adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Rüya Gibi adlı öyküsü ile Dilek Yılmaz

Sürpriz adlı öyküsü ile Deniz Pekgenç

Tepedeki İnce Sis adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Volkan Yanardağ adlı öyküsü ile Ziya Şeker

Vulcano adlı öyküsü ile Merve Aydın

Yanardağ Fantezisi adlı öyküsü ile Umut Yakar

Yanardağı Felsefesi adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

Yanık Köy, Obsidyen ve Kardeşim adlı öyküsü ile Gülay Pamuk

Yanık Ülke’nin Yanık Orhan’ı adlı öyküsü ile Hakan Günay Aydınoğlu

Yolculuk – Kılıcın Sırrı adlı öyküsü ile Hasan Korkmaz

Zaman Büyücüsü adlı öyküsü ile Onur Şahin

“Yanardağ Öyküleri” sayımızın illüstrasyonu Filiz İrem Özbaştan geldi. Kendisine bu harika çizimi için teşekkür ediyoruz.

Şubat ayının teması “BATAKLIK” olacak. Patlayan yanardağlarıyla sınanan kahramanlar talihlerini bir de bataklıklarda arayacak. Dünya gerçekten de büyülü bir yer.

“BATAKLIK” temalı öykülerinizi 17 Şubat 2019’a kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı lütfen unutmayın.

Gelecek ay 116. defa görüşeceğiz.

Şimdilik keyifli okumalar!
Onur Selamet

image

Ya Batarsa?

Yazdığım son roman gerçek oluyor...

Titanik II, ilk geminin yapılışının 100. yılı şerefine yeniden inşa ediliyor ve 2022 yılında öncülünün orijinal rotasını kullanarak denize açılacak. Geminin aslına sadık bir şekilde çok şaşaalı olması ama modern teknolojileri de kullanması hedefleniyor.

Aslında ilk olarak 2012'de duyulmuştu bu haber ama daha sonra ses çıkmamıştı. Şimdi işler ciddi, Blue Star Line da projeye dahil oldu ve geminin inşası hızla devam ediyor.

"Geçmişin Gölgesi Geleceğin Laneti" adlı kısa romanımda ben de benzer bir şekilde Titanik'in 100. yılında yeniden inşa edildiğini ve orijinal rotasını kullanarak denize açıldığını işlemiştim. Yine benzer bir şekilde aslına sadık ama modern bir gemiydi. Ama içine fantastik öğeler ve bir miktar **öhhö** Cthulhu **öhhö** katmıştım tabii :)

Hatta o kitapta Titanik batmadan tam 14 yıl önce "Titan" adlı, Titanik'e çok benzer bir gemi hakkında roman yazan ve gemiyi bir buzdağına çarptırarak batıran Morgan Robertson'dan da bahsetmiştim.

Kaderim benzemesin :)
image

Sayı #114: “Tazmanya Canavarı Öyküleri”

Çizim: Seda Akgüneş

Tazmanya canavarı. Sürekli aç. Salyaları toprağa damlıyor. Öyle hızlı dönüyor ki önünde hiçbir şey duramaz. Rengi, kokusu, sesi. Saflığı. Her karesiyle çocukluğumuzun derinlerine yerleşmiş. Onu kandırmak ne kolay. Hâlâ etsiz butsuz tavşanların peşinde. Hâlâ olmayacak tuzaklara düşüyor. Hiç pes etmiyor. Etmeyeceğini biliyoruz.

Oysa birçoğumuz Tazmanya Adası’na hiç gitmedik. Çizgi filmlerde gördüklerimiz bize yetti. Bu etobur, keseli hayvanın kendisiyle birebir tanışma fırsatımız olmadı. Gerek de yoktu. Anlatılan hikâyeler bizi görmüş kıldı. İzlediklerimiz belki de orada olmaktan daha iyi bir alternatife kapı açtı.

Hikâyeler bazen bu işe yarar. Canavarlar çocukluğumuzdaki gibi kalsın isteriz. Öykü Seçkisi’nin yeni durağında “Tazmanya Canavarı” var.

Açık Artırma Hayat Okulu adlı öyküsü ile Ceren Karakaya

Ahmakıslatan ve Sulusepken adlı öyküsü ile Kasvet Ulu

Ahmet adlı öyküsü ile Sema Dursun

Anlatılması Gereken adlı öyküsü ile Hilal Onay

Artık Vakti Geldi adlı öyküsü ile Merve Aydın

Aşk Olmazsa Ant Olsun adlı öyküsü ile Alişan Kayabölen

Bilinmeyen Bir Yer adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Bir Şeytandan Diğerine adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

Boncuklar, Eldivenler, Şapkalar! Şapkalar! Şapkalar! adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

Canavarın Ölümü adlı öyküsü ile Ayşegül Ekinci

Çok Önemli Bir Toplantı adlı öyküsü ile Orçun Uzunhan

Daha Kanlı, Daha Çıplak – “Kasap’ın Gözünden” adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Dışarıdaki İlk Gün adlı öyküsü ile Emre Eryılmaz

Dönüşüm adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

Dönüşüm adlı öyküsü ile M. Gökay Okutucu

Güneyin Şeytanı adlı öyküsü ile Erdoğan Küçükçelik ve Osman Eliuz

Karanlık Taraf adlı öyküsü ile Hasan Korkmaz

Kelebek Cinneti adlı öyküsü ile Can Çelikel

Kendimi Kontrol Edemiyorum adlı öyküsü ile Kübra Hazal Topal

Kucaklaşma adlı öyküsü ile Eser Avcı

Miras adlı öyküsü ile Pelin Cansu Dede

Öte adlı öyküsü ile Ercan Sözeri

Purinina adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Sahipsiz Günlük adlı öyküsü ile Dilek Yılmaz

Sayıklamalar adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Şişe adlı öyküsü ile Emrecan Doğan

Tazmanya Canavarı adlı öyküsü ile Ufuk Deniz Erdinç

Tazmanya Canavarının Sütü adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Tazmanya Hırsız adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

Uz Ada Şeytanları adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Yalanın Gerçekliği adlı öyküsü ile Kader Aslan

Yeni yıla bir kala, temamızın illüstrasyonu Sevgili Seda Akgüneşten geldi. Kendisine bu harika çizimi için bir kez daha teşekkür ediyoruz!

2019’un ilk ayında ağırlayacağımız tema ise “YANARDAĞ” olacak. Soğuk kış günlerinde üstünden dumanı eksik olmayan bir sayıyla karşınızda olmayı umuyoruz.

“YANARDAĞ” temalı öykülerinizi 17 Ocak 2019’a kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Hikâyelerinizi bizimle paylaşmadan önce Öykü Gönderim Koşullarına göz atmayı lütfen ihmal etmeyin.

Yeni yılda buluşmak üzere, keyifli okumalar dileriz!
Onur Selamet

image

Yumurtlatan Cevher

Asimov'un çevirisini tamamlamamla birlikte Babür İmparatorluğu serisinin düzeltisine geri döndüm. Bu sefer Hümayun Şah'ın hayatını anlatan bir tarihi roman var elimde. Var olmasına var da ne yazık ki çevirisi daha ilk sayfalardan, hayır hayır, ilk satırlardan itibaren sıkıntılı. Öyle ki romanın giriş kısmından önceki isim listesine bile saatler, abartmıyorum, saatler harcadım.

Sorun, bu karakterlerin hepsinin aslında tarihi bir kişilik olması. Yani gerçekten de yaşamışlar. Bu da onların bizim tarihi kaynaklarımızda da yer aldığı anlamına geliyor. Ama kitabın yazarı hepsini İngilizcede olduğu şekliyle yazmış doğal olarak. Mesela "Hanzade" değil de "Khanzada," "Baysungur" değil de "Baisanghar" olarak... Dolayısıyla hepsini bizim tarihi kaynaklarımızda geçtiği şekliyle, Türkçe olarak yazmak gerekiyor. Ama maalesef çevirmen meslektaşım bu detayı büyük ölçüde atlamış.

Bunlardan bazılarını ilk kitabın düzeltisi sırasında bulmuştum zaten. Yine de ikinci kitapta pek çok yeni şahıs var. Beni en çok uğraştıransa "Jauhar" adlı karakter oldu. Çevirmen diğer karakterlerde olduğu gibi onun adını da olduğu gibi bırakmış. Tabii seri enayisi... aman, şey... seri editörü olarak hiç durur muyum?! Hemen el attım! Ama o kadar da "hemen" olamadı...

Önce adamın isminden işkillenip "'Cevher' olsa gerek herhalde bu," diye düşündüm. Ve başladım Google'dan Hümayun ve Cevher isimlerini yan yana aratmaya. Ama ı-ıh! Tek bir anlamlı sonuç bile bulamadım. Bunun üzerine Hümayünname ve Cevher kelimelerini birlikte arattım fakat sonuç yine hüsrandı. Ardından, geçen seferki düzeltiden ders çıkararak Hümayünname'nin İngilizce baskısını aradım. Orada sahiden de "Jauhar" diye bir şahıs var. İşin kötü tarafı Hümayünname'nin Türkçe çevirisi internette yok. Aradım taradım, sadece basılı kitap versiyonunu bulabildim. O yüzden karşılaştırma yapma şansım yok.

Bunun üzerine "Jauhar" kelimesini arattım, bu sefer de Hindistan'daki toplu intihar olayları çıktı karşıma. "Acaba evren bana bir mesaj mı veriyor?" diye düşünmeden edemedim bir müddet...

Sonunda farklı bir yol deneyip Hümayünname'yi yazan kişinin, Gülbeden'in üstüne yürümeye... ay, şey... üstüne yoğunlaşmaya karar verdim. Gülbeden ve Jauhar olarak aratınca sahiden de Hümayün Şah'ın anılarını iki kişinin yazdığını ve bunlardan birinin "Jauhar Aftabji (ewer-bearer)" diye biri olduğunu öğrendim İngilizce kaynaklardan.

Ewer-bearer'ın bizdeki anlamı "ibrikçi." Yani o dönemlerde şah abdest alabilsin diye ibrikle ona su tutan bir nevi kişisel hizmetkâr. Bunun üzerine Cevher İbrikçi ve Hümayun isimlerini son bir umut ve bildiğim tüm dualar eşliğinde bir kez daha arattım. Ve voila! "Cevher Âftâbeci (İbrikdâr) mı demek istediniz?"

O anda odaya kim girse ibrikle her tarafına su tutacak kadar mutlu ve mesuttum vallahi! Ama sevincim saate bakmamla kursağımda kaldı tabii ki... Çünkü düzelti serüvenimin ilk gününü tamamen kitabın tek bir sayfasının tek bir satırındaki tek bir ismi bulmaya harcamıştım...

Şimdi söyleyin bana, nasıl yetişecek bu düzelti???

image

Merdivenler Kenti | Kitap İnceleme


Bazı kitaplar vardır, fantastik edebiyatta sık sık kullanılan klişelere düşmeyip yıllar boyunca keyifle hatırlayacağınız bir macera sunar sizlere. Merdivenler Kenti onlardan biri oldu benim için.

Bilirsiniz; tüm diyarları tehdit eden karanlık bir lord, herkesi kurtaracak bir seçilmiş kişi, klasik elf ve cüce ırkları… ve tabii ki ak sakallı, asalı büyücüler. Neredeyse her fantastik romanda gördüğümüz, okuduğumuz şeyler bunlar. Tolkien’in izinden giden, ona benzer dünyalar kurmaya çalışan kitaplar.

Ama arada sırada bu klişeleri yıkıp tamamen özgün şeyler ortaya çıkaranlar da oluyor. Brandon Sanderson seneler önce Elantris’le yapmıştı bunu bana mesela. China Mieville de Perdido Sokağı İstasyonu’yla. İşte şimdi bu ikisinin yanına büyük bir keyifle koyacağım başka bir kitabım daha oldu Merdivenler Kenti’yle.

Bir zamanlar birbirinden farklı karakterlere ve güçlere sahip olan altı ilahi varlığın hükmettiği Bulikov’da, namı diğer “Merdivenler Kenti”nde geçiyor hikâyemiz. Burası eskiden pek çok mucizeye ev sahipliği yapan ve “Kıta” olarak anılan toprakların en gözde şehri. Her ilahın kendi kuralları, kendi müritleri ve kendi mucizeleri var. Ve her biri farklı şehirlerde kendi halklarına hükmediyor. Hepsinin birleştiği, tüm mucizelerin ve halkların bir araya geldiği yerse Merdivenler Kenti.

Ancak uzun zaman önce, ilahlar tarafından görmezden gelinen ve yıllar boyunca sömürülüp ezilen Saypur halkı isyan ederek Kıta’ya saldırmış. Ve bu isyan sırasında kimsenin aklına gelmeyecek bir şey başarmışlar: İlahları öldürmek…

Bulikov artık eski günlerinin sadece solgun bir hayaleti. Sokakları pislik içinde, insanları fakir, binaları ve tapınakları yıkık dökük. Dahası, tarihleri ve dinleri de yasaklanmış, sansürlenmiş durumda. İlahlara inanmaya devam etmek şöyle dursun, onların isimlerini bile ağızlarına alamıyorlar. Kıta’yı işgal eden ve yönetimi elinde tutan Saypur yetkilileri bunu bizzat garanti altına alıyor. Kurallara karşı çıkanlarsa cezalandırılıyor.

Derken günün birinde Saypulu ünlü bir arkeolog gizemli bir cinayete kurban gidiyor ve kahramanımız Shara Thivani ile sekreteri Sigrud bu olayı araştırmak için Bulikov’a gönderiliyor. Shara aslında çok yetenekli bir casus ve ilahlar konusunda belki de dünyadaki en bilgili kişi. Sigrud ise… Ah, Sigrud! Kendisi kesinlikle kitaptaki en sevdiğim karakter oldu. İki metreye yakın boyu, iri yarı cüssesi, umursamaz tavırları ve tek gözüyle kuzeyli bir korsan o. En iyi yaptığı şey adam öldürmek ve Shara’yı korumak için elini kana bulamaktan hiç çekinmiyor. Ama tüm o umursamaz tavırlarına rağmen oldukça sempatik, sevilesi bir karakter kendisi. Shara’nın onu “sekreterim” diye tanıtması da ayrı bir komiklik katıyor işin içine.

Açıkçası kitabın ilk 100-150 sayfası boyunca biraz zorlandım. Çünkü yazarımız sadece çok detaylı bir şehir yaratmakla yetinmemiş. Tam aksine her biri birbirinden ayrıntılı bir sürü şehir, altı ayrı ilah, altı ayrı inanç, iki farklı kıta ve binlerce yıllık tarih yazmış. Detay seviyesi muazzam. Bu konuda yazara şapka çıkarmamak elde değil. Bununla birlikte bu durum ilk sayfalar sırasında sürekli yeni isimlerle, terimlerle ve kavramlarla karşılaşmanıza neden oluyor. Kim kimdi, o neydi derken olayı kavramak ve her şeyi öğrenmek için ciddi bir dikkat göstermeniz gerekiyor.

Ama ondan sonra kitap bir açılıyor pir açılıyor. En sevdiğim yanı sorduğu hiçbir soruyu cevapsız bırakmaması ve değindiği her konuyu açıklaması oldu. Son sayfayı da çevirdiğinizde ne kadar bütünlüklü bir eser okuduğunuzu düşünüp büyük bir memnuniyet hissediyorsunuz. Bunun yanı sıra klasik fantazya öğelerine hiç sığınmaması, Perdido Sokağı İstasyonu misali kendi kültürü olan bir şehir yaratması da çok güzeldi. Bir diğer sevdiğim yanıysa tıpkı Elantris’teki gibi bol miktarda entrika, politik numara ve akıl oyunları içermesi oldu.

Yazarın hayal gücünü de ciddi anlamda takdir etmek gerek. Her ilah için altı ayrı kişilik tasarlamakla kalmamış, bir de bunlara farklı biçimler ve anlamlar da yüklemiş. Her birinin yaratabildiği mucizeler ve hayat verdiği mucizevi eşyalar da bir o kadar detaylı. Hele bir bölümde yasaklı bir depoya girip birbirinden farklı mucizevi eşyayı gördüğümüz bir bölüm var ki sormayın gitsin: içinde fırtınaları saklayan, çözüldüğünde yağmur getiren düğümler; goblenleri canlandıran arpler, dalgaları akıntılara dönüştüren oklar; havada asılı kalıp göğü aydınlatan cam küreler; geceleri kaybolup sabahları sikkelerle dolu hâlde ortaya çıkan oyuncak trenler… Hepsi de birbirinden enteresan ve okuması ilginç şeyler. Bir de mhovost var tabii. Brrr…

Kitabın çevirisi için sevgili Yaprak Onur'u tebrik etmem gerek. Merdivenler Kenti’ni elinize alıp sayfalarını şöyle bir çevirdiğinizde her ama her sayfasının ağzına kadar, tıklım tıklım paragraflarla dolu olduğunu görebilirsiniz. Upuzun açıklamalar, satır satır betimlemeler. Her bölümün başında hayali bir tarihi belgeden alınmış, açıklayıcı paragraflar. Diyalogların arka arkaya geldiği yerlerin sayısı çok az, dolayısıyla çevrilmesi gereken çok fazla metin var. Bir çevirmen için gerçekten de zor bir durum. Ama Yaprak genel itibariyle bunun altından başarıyla kalkmış.

Bununla birlikte kitapta çok fazla yazım hatası da var ne yazık ki. Öyle her sayfada iki-üç yanlışlık görmüyorsunuz elbette. 500 sayfalık kitabın geneline vurduğunuzda sayıları iki elin parmaklarını geçmez. Ama sonlara doğru iyice kendilerini belli ediyorlar ve bu durum benim biraz canımı sıktı. Neden? Çünkü kitabı çok ama çok sevdim ve bu yüzden kusursuz olmasını isterdim.

Tabii şunu da unutmamak lazım, ben çevirmen olduğum kadar bir editörüm de. O yüzden yazım hataları konusunda hastalık derecesinde takıntılı biriyim. Bu yüzden normal bir okurun belki de sıkıntı etmeyeceği bazı şeyler gözüme batıyor. Sen yapmıyor musun böyle hatalar derseniz... üf, hem de ne biçim! Geçen gün birisi Ötekiler Arasında'ki yazım hatalarını yollamış bana, gözlerim yuvalarından uğradı :D "Ben mi yazmışım bunu yaa?!" dedim. Evet, ben yazmışım...

Yadırgadığım bir diğer nokta da "Saypuri" veya "Kolkashtani" gibi isimlerin "Saypurlu" ya da "Kolkashtanlı" şeklinde çevrilmeyip olduğu gibi bırakılması oldu. Başta biraz tuhaf geldi açıkçası ve isimleri öğrenmekte (Saypur - Saypuri) biraz zorlandım. Ama sonra "Azerbaycanlı" değil de "Azeri" dediğimiz geldi aklıma. Belki de doğrusu budur diyerek çok da takılmadım sonra.

Sonuç olarak, ilk 100 sayfayı atlattıktan sonra büyük bir keyifle okuduğum, aşırı derecede beğendiğim bir roman oldu Merdivenler Kenti. Fantastik edebiyatta farklı tatlar arayan, casusluk romanlarını ve entrikaları seven herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ederim :)

image

Sayı #113: “Kasap Öyküleri”

Çizim: İlke Ekbul

Dilimlenen et parçaları. Hepsinin bir hikâyesi vardı. İlk başta. Şimdi kor alevlerin arasına girecekler. Sonra sivri dişler, ıslak duvarlar. Gidecekleri yer belli. Kanalizasyon nehirlere, denizlere karışacak. Birçok tatsız durum. Yaşanacak.

Kasap bunları düşünmüyor. Kasap sonrasını aklına getirmemeye çalışıyor. Etler kıyılırken rüyasında çayırlar var. Hikâyenin başladığı, hikâyenin sürmesi gereken yerler.

Kafası karışık. Öykülere sığınıyor.

1807 adlı öyküsü ile Murat Barış Sarı

Adak Ruhlar adlı öyküsü ile Ceren Karakaya

Ahbabıma Sordum, Siz Cevaplayın adlı öyküsü ile Hilal Kırkgöz

Ahmet adlı öyküsü ile Feyza Yılmaz

Beden Arayan Ruh adlı öyküsü ile Bürge Han Çiçek

Beyaz Kuş adlı öyküsü ile Nurdan Atay

Bir Çocuk, Bir Kedi ve Şehir adlı öyküsü ile Cüneyt Özkurt

Bohem Rapsodi adlı öyküsü ile Seray Soysal

Boncuklu Kuzu adlı öyküsü ile Hande Çiğdemoğlu

Bozkentte Bir Düş adlı öyküsü ile Tuğrul Sultanzade

Büyük Kıyımlar Oteli adlı öyküsü ile Gürkan Sadece

Canım Başım Feda adlı öyküsü ile Burak Palta

Cellat ve Fedailer adlı öyküsü ile Gürkan Akpınar

Cemal yahut Homo Homini Lupus adlı öyküsü ile Mehmet Durmaz

Cinay-Et adlı öyküsü ile Seda Pektaş

Çöp Poşeti adlı öyküsü ile Orçun Uzunhan

Deniz Kasabı adlı öyküsü ile Merve Aydın

Derin Dondurucu Vakası adlı öyküsü ile Erce Emekli

Düşmanımın Düşmanı adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

Et adlı öyküsü ile Ege Emir Özkan

Geri Dönüş adlı öyküsü ile Uğur Demirkaya

Haklı İsyan Haksız Adalet adlı öyküsü ile Ezgisu Karakaya

İnsan Eti Kasabı adlı öyküsü ile Elif Şeyda Doğan

İşgal adlı öyküsü ile Utku Sahin

Kamil adlı öyküsü ile Sema Dursun

Kanlı, Çıplak ve Bir Vajinanın Tam Ortasında adlı öyküsü ile Gaye Keskin Çelik

Kara Büyü adlı öyküsü ile Duygu Özkan

Karanlığa Gömülen adlı öyküsü ile Osman Eliuz

Kasap Bekir adlı öyküsü ile Aykut Güven

L’Enfant Sauvage adlı öyküsü ile Nur Toprak

Madam Esther ve Kasap Kocası adlı öyküsü ile Pınar İmge Durukan

Mavi Pembe adlı öyküsü ile Eser Avcı

Merceğe Kafa Atmak adlı öyküsü ile Ezgi Özbek

Mutlu Kasap adlı öyküsü ile Metin Alnıaçık

Öküzbaş adlı öyküsü ile Emre Eryılmaz

Pasaklı adlı öyküsü ile Cihangir D.

Totem adlı öyküsü ile Melisa Yılmaz

Veba adlı öyküsü ile Ibrahim Emir Guney

Yolculuk adlı öyküsü ile Hasan Korkmaz

Yönetmenin Kuzeninin Kardeşinin Dayısının Oğlu adlı öyküsü ile Zilan Damla Polat

“KASAP” temalı 113. sayımızın görseli İlke Ekbul tarafından hazırlandı. Kendisine teşekkür ediyoruz.

Aralık ayının teması ise “TAZMANYA CANAVARI” oldu. Onu çizgi filmlerden tanıyorsunuz. Ama dahası da var. Tazmanya Adası’nın bu meşhur hayvanını araştırdıkça karşınıza çıkacakları ilgiyle okuyacaksınız.

“TAZMANYA CANAVARI” temalı öykülerinizi 17 Aralık 2018′e kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Göndermeden önce Öykü Gönderim Koşullarının son hâline lütfen göz atın.

Gelecek temada buluşmak üzere, keyifli okumalar dileriz.
Onur Selamet

image

Çevirmenin Çemberi: Toz Gibi Yıldızlar


Asimov nicedir içimde bir ukdeydi. Bundan bir-iki yıl evvel, İthaki Bilimkurgu Klasikleri yeni yeni başladığı sıralarda Alican Saygı Ortanca bana gelip, “Ben, Robot’u çevirmek ister misin?” diye sormuştu. İsterdim tabii! İsterdim istemesine ama… o sıralarda başka bir kitap için Pegasus’la anlaşmıştım. Üstelik öyle sıradan bir kitap için değil, The Witcher serisinin ilk cildinin editörlüğünü yapacaktım. Beni tanıyanlar o serinin benim için çok özel bir yeri olduğunu, Türkçeye kazandırılması için yıllarımı verdiğimi bilirler.

Kendinizi o durumda hayal etsenize. Bir elinizde Ben, Robot var, diğerinde de gönülden bağlı olduğunuz başka bir kitap ve sadece birini seçebilirsiniz. Ne yapardınız? Zor bir karar, değil mi? Eh, ben The Witcher’ı seçtim ve içim kan ağlayarak da olsa Ben, Robot çevirisini reddettim. Sonra ne oldu peki? Sapkowski ve ajansı, The Witcher serisinin İngilizceden değil, Almancadan çevrilmesini şart koştu ve bir anda o iş de yattı. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oldum anlayacağınız.

İşte bu yüzden Alican geçen sene bu sefer de Galaktik İmparatorluk üçlemesinin çevirisini önerdiğinde evde iki kat fazla göbek atmış olabilirim. Ve hayır, karşı apartmandaki komşuların tam o sıralarda aniden kör olmasının suçunu hâlâ kabul etmiyorum…

Üçlemenin ilk kitabı olan Toz Gibi Yıldızlar, kronolojik olarak Robot Serisi’nden 1400 küsur yıl sonra, Vakıf Serisi’nden ise 8600 sene evvelki bir zaman aralığında geçiyor. Yani Trantor İmparatorluğu henüz ortada yok. Ancak insanoğlu uzaya açılmış ve çeşitli yıldız sistemlerini kolonileştirmeye çoktan başlamış. Hatta aralarında bazı ufak tefek imparatorluklar bile var. Bunların en güçlüsü de acımasız Tyrann İmparatorluğu.

Dünya ise yaşanan nükleer savaşlar sonucunda artık radyoaktif bir gezegen hâline gelmiş, öyle ki çok az bir kısmı yaşanılabilir durumda. Bununla birlikte insanlar hâlâ tarih, felsefe, uzay mekiği pilotluğu gibi kadim ilimleri öğrenmek için Dünya Üniversitesi’ne gidip burada eğitim görüyor. İşte biz de o öğrencilerden biri olan Biron Farrill’in başından geçenlere ve kendisini bir anda Tyrann egemenliğine karşı kurulan bir komplonun tam ortasında bulmasına şahit oluyoruz kitapta.




Kitabı çevirirken en çok keyif aldığım kısım hafif de olsa Robot ve Vakıf serileri arasındaki bağlantıları gördüğüm yerler oldu. Şüphesiz, okur olarak sizlerin de en çok seveceğiniz yerler bu küçük ipuçlarını fark etmek olacaktır. Özellikle Elijah Baley ve R. Daneel Olivaw sonrası Dünya gezegeninin ne tür değişimler geçirdiğini, sonrasında da Vakıf’ta adını sık sık duyduğumuz Trantor İmparatorluğu kurulmadan önce insanoğlunun uzaya yerleşirken ne gibi zorluklarla ve siyasi çekişmelerle karşılaştıklarını görmek ilginç bir tecrübe yaşatıyor.

Kitabın ara başlıkları da çeviri sırasında gülümsememe neden olan bir diğer şey oldu. Eğer dikkat ederseniz bazı bölümlerin isimleri bir sonrakiyle bağlantılı bir şekilde yazılmış. Mesela beşinci bölümün adı “Büyük Başın Derdi” iken altıncı bölümse “Büyük Olur” şeklinde yazılmış. Asimov biraz muziplik yapmış sizin anlayacağınız buralarda. Yazarın kendisi için yazdığı “Hakkında” yazısı da bayağı komik ve eğlenceliydi. Ne yazık ki bizim baskıda kendine yer bulamamış. Ama üzülmeyin, yazımın sonunda bunu da sizlerle paylaşacağım. Siz de azıcık tebessüm edersiniz hem.



Asimov’u orijinal dilinden okuyanlar üstadın dilinin oldukça yalın ve kolay anlaşılır olduğunu bilir. Özellikle de eski kitaplarında daha da sade bir üslup kullanır kendisi. Konuştuğu gibi yazar hatta. Ses kayıtlarını dinlediyseniz ne demek istediğimi kolayca anlarsınız. O yüzden kitabın genelinde çeviri anlamında pek zorlanmadım. Ama saçımı başımı yolduran birkaç nokta olmadı demek değil bu.

Bunlardan ilki kitabın hemen başında karşılaştığım, “When the threshold of head and particle density was reached,” (Kafa ve parçacık yoğunluğu eşiğine varıldığında) cümlesi oldu. Hadi parçacık yoğunluğu tamam da “kafa yoğunluğu” da neyin nesiydi yahu? Hayır, basit bir şeyden de bahsetmiyordu ki üstat; radyasyon bombasını anlatıyordu. O zaman bu neyin kafasıydı? Ben de başladım radyasyonla ilgili yerli, yabancı bir sürü kaynağı araştırmaya. Amacım içinde “head density” yazan bir şeye denk gelebilmekti. Ama ne mümkün! Yok, yok… Neredeyse bir günümü harcamama rağmen bir türlü işin içinden çıkamadım. Ben de o kısmı kırmızıyla işaretleyip geçtim sonunda.

Kitabın ortalarına doğru bu sefer de, “lie is, of course, the son of the ex-Rancher,” (Yalan, eski Kâhya’nın oğluydu elbette) diye başka bir cümle çıktı karşıma. Yalan mı adamın oğluymuş, adamın oğlu mu yalancıymış, hastanede karışıklık mı olmuş, ne olmuş? diye düşündüm bir müddet. Sonra nereden estiyse, “Yahu bu yazım hatası olmasın sakın?” dedim kendi kendime. Haşa, Asimov yapmazdı öyle bir şey… Değil mi? Değilmiş… Sonunda “lie” kelimesini “He” (o) olarak değiştirip cümleyi tekrar arattım ve Toz Gibi Yıldızlar’ın 1983 yılındaki gözden geçirilmiş bir baskısıyla karşılaştım. Benim kitabımdaki “lie” hakikaten de orada “He” olarak geçiyordu. Meğersem Asimov kitabın ilk baskısında orada bir yazım hatası yapmış… Ve yıllar boyunca da kitabın İngilizce baskılarında bu hata olduğu gibi kalmış. Ta ki 30 yıl sonraki baskılarda düzeltilene dek.

Ben de işkillendim, “Yahu acaba şu kitabın başında takıldığım ‘head’ de ‘heat’ olmasın sakın?” diye araştırasım geldi. Aynı cümleyi bu kez de “head” yerine “heat” yazarak arattım ve tombala! Gerçekten de “ısı eşiği” olarak düzeltilmişti o kısım da. Aslında bu şekilde bakınca çok basit bir şey elbette ama insan Asimov gibi birinin yazım hatası yapabileceğini beklemiyor işte. Hadi o yapmış, editörü nasıl uyumuş, o apayrı bir mevzuu. Neyse efendim, Google Books sağ olsun, bunu da böyle çözüverdim.

Beni zorlayan bir başka şeyse Asimov’un bir bölümde Efemeris (gök günlüğü) üzerinden ışınlanmayı anlatmaya başlaması oldu. E çünkü bu Yıldız Savaşları değil. Ve eğer Asimov ışınlanma gibi bir şeyden söz ediyorsa bunu mutlaka sağlam bilimsel ve matematiksel temeller üzerine oturtmalı. Oturtmuş da… Beni oturttu vallahi. Yerime. Gezegenlerin konumunu ρ (ro), Θ (teta) ve φ (fi) harfleriyle temsil eden bu hesaplamayı anlatırken üstat Galaktik Taban Çizgisi, kütleölçer, Galaktik Lens ve gemi-gezegen hattı gibi bir sürü şeyden bahsediyor, üstüne bir de hesaplamasını yapıveriyor. Onunla da kalmayıp saat yönü ve saatin aksi yönü değerlerini yanlış okuyor olabileceğini düşünerek bir de tersten hesaplayıveriyor. Ne şeker, değil mi? Ben böyle anlatınca size kolay görünüyordur belki ama bu kelimelerin İngilizceleriyle ilk defa karşılaşınca ve okuduğunuzdan hiçbir şey anlamadığınızı fark edince hissettiğiniz o panik duygusunu az çok hayal edebilirsiniz sanırım.



Toz Gibi Yıldızlar’da kelime oyunu gerektirecek pek fazla şeyle karşılaşmadım. Onun yerine Vakıf ve Robot kitaplarında geçen bazı terimler vardı: Visiplate, visiphone, book reels, needle gun… gibi gibi. Bu tür terimlerle her karşılaştığımda kendi çevirimi yapmak yerine İthaki’den daha önce çıkan Asimov kitaplarına başvurdum ki tutarlılık olsun, aynı terim kullanılsın, kitapların aynı evrende geçtiğini gösteren o hava bozulmasın. Böylece bu terimler viziekran, vizifon, kitap-film, iğne-tüfek vb şeklinde çevrildi.

Son olarak ben kitabın adını “Toza Benzer Yıldızlar” olarak çevirmiştim. Ama editörlük aşamasında “Toz Gibi Yıldızlar” şeklinde değiştirilmiş bu isim. Aslına daha sadık olmuş.

Böylece bir çeviri macerasının daha sonuna geldik. Öncekiler kadar olaylı olmadığına üzülüyor olabilirsiniz ama bu konuda sizinle hiç ama hiç hemfikir olmadığımı derin bir “Oh!” çekerek belirtmek isterim :) Ha, unutmadan. Asimov’un kendisi için yazdığı espirili “Hakkında” yazısını da hemen aşağıda paylaşıyorum. İşte benden size dev hizmet! (Kopyala-yapıştır yaptı…)

YAZAR HAKKINDA
Isaac Asimov kendini hayretler içerisinde bırakarak Sovyetler Cumhuriyeti’nde doğdu. Bu durumu düzeltmek için çabucak harekete geçti ve ailesi Amerika Birleşik Devletleri’ne göçerken (o zamanlar üç yaşında olan Isaac) onların bavuluna saklandı. Sekiz yaşından beri bir Amerikan vatandaşı.
Brooklyn’de büyüyüp devlet okullarında okuduktan sonra kendisini Kolombiya Üniversitesi’nde buldu ve okul yönetiminin protestolarına rağmen kimya alanında bir dizi derece elde ederek doktora yaptı. Ardından gizlice Boston Üniversitesi’ne sızdı ve öfkeli çığlıklara aldırış etmeden akademik basamakları bir bir tırmanarak biyokimya profesörü oldu.
Bu esnada, dokuz yaşındayken, ilk bilimkurgu dergisini keşfederek hayatının aşkını buldu (cansız anlamda). On bir yaşında hikâyeler yazmaya başladı, on sekizine geldiğinde içlerinden birini yayıncılara gönderme yüzsüzlüğünü bile gösterdi. Tabii ki reddedildi. Sıkıntı ve ızdırap dolu dört uzun ayın sonunda ilk hikâyesini satmayı başardı ve bir daha arkasına bakmadı.
1941 yılında, yirmi bir yaşına bastığı zaman, bugün artık bir klasik olarak görülen “Karanlık Bir Dünya” (Galaksi Şeytanları, Altın Kitaplar) adlı kısa hikâyesini kaleme aldı ve geleceğini sağlama aldı. Ondan bir süre önce robot hikâyelerini, bir müddet sonra da Vakıf serisini yazmaya başladı.
Geriye nicelikten başka ne kaldı? Hâlihazırda 260’tan fazla kitabı basıldı, kütüphanelerin sınıflandırma sistemlerinin bütün belli başlı bölümlerine dağıtıldı ve hiç yavaşlama emaresi göstermedi. Her zamanki kadar genç, hayat dolu ve cana yakın biri; yıllar geçtikçe daha da yakışıklı bir hâle geliyor. Bu küçük özgeçmişi bizzat yazdığından ve mutlak tarafsızlığıyla ünlü olduğundan söylediklerimi kesin kabul edebilirsiniz.
Bir psikiyatr ve yazar olan Janet Jeppson’la evli, önceki evliliğinden iki çocuğu var ve New York’ta yaşıyor.
Isaac Asimov
Kasım, 1982

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır. 
image

Şah Mat

Asimov'un "Pebble In The Sky" adlı romanını çevirmeye son sürat (kağnı hızıyla) devam ediyorum. Tam işin bilimsel açıklamalar kısmını atlatıp düzlüğe çıktım diyordum ki bu sefer de iki karakterin satranç oynadığı bir bölüme denk geldim. Ne var bunda diyebilirsiniz. Ama burada Asimov'dan söz ediyoruz. Kendisi tam bir satranç hayranıdır ve bu bölümde de her iki karakterin tüm hamlelerini tek tek, kuralına uygun bir şekilde yazmaktan geri kalmamış.

Yani, "Adam filini ileri çıkarıp rakibinin kalesini aldı," gibi cümlelerle değil, bayağı bayağı her taşın rengini, hangi kareye gittiğini, tahtanın neresinde durduğunu vb tüm ayrıntılarıyla anlatmış. Ama ne yazık ki bunu yaparken standart satranç terimlerini değil, İngiliz satranç terimlerini kullanmış. Bilirsiniz, İngilizler metre yerine inç, mil gibi farklı terimler kullanır. Satrançta da yine kıllık... pardon, orijinallik yapıp kendi sistemlerini tasarlamışlar. Farklı olacaklar ya...

İşte bu yüzden Asimov bir taşın hareketini anlatırken "Beyaz Fil, Vezir'in Atı 5'e sıçradı, Schwartz’ın Vezir Piyonu bir kare ileri çıkınca da Kale 4'e geriledi," şeklinde yazmış (Tabii ben size anlatırken fil, vezir, kale falan diyorum ama bu taşların isimleri asıl metinde bishop, queen, rook olarak geçiyor). Gelgelelim bizim satranç terimlerimiz böyle değil, standart kurallara göre yani a5, b4, c7 gibi harflerle anlatıyoruz biz hamleleri.

Baktım, işin içinden çıkamıyorum, ben de çareyi çevirimiçi bir satranç tahtası açıp hamleleri tek tek takip etmekte buldum. Böylece "At Q5'te şaha kalktı, Piyon KN3'te göbek attı," gibi yabancı terimler kullanmaktansa "At c5'e edebiyle ilerledi, bunu gören fil f6'da dişlerini biledi," şeklinde, aşina olduğumuz harfler ve sayılarla anlatmaya çalıştım.

Şükür ki rahmetli dedemle çok satranç oynardık; vakti zamanında bana bayağı sevdirmişti bu oyunu. O yüzden taşların hareketleridir, kurallardır, şudur budurla fazla uğraşmam gerekmedi. Kitap basıldığında bu hamleleri takip etmek isterseniz karşınızda gerçek bir satranç maçı bulacaksınız böylece. Tıpkı yazarın niyetlendiği gibi...

Buna rağmen Asimov'un anlattığı hamleleri birkaç kez yanlış yorumlayıp tamamen farklı bir hamle yaptığım ve bunu ancak birkaç el sonra, çıkmaza düşünce fark ettiğim anlar oldu. O zaman bütün taşları devirip her şeye baştan başlamak zorunda kaldım tabiiiiğğğğ. Böyle olunca da o bir bölüm tam bir gün sürdü. En son hatırladığım havanın aydınlamaya, "sıçtın mavisinin" görülmeye başladığıydı.

Kısacası Asimov beni mat etti. Hem kitapta hem de çeviride...
image

Sayı #112: “Matruşka Öyküleri”

Çizim: Gökçe Uzgören

Ahşap. Belki de milyonuncu defa şekillendi. Boyalı. Gözlerini size dikmiş. Bir şeyler anlatmak istiyor. Ağzı var. Dili yok. Parmağınızla hafifçe dokunuyorsunuz. Sallanıyor. Ama içi kesinlikle boş değil. Onu devirmek imkânsız. Oyuncaklardan hoşlanıyorsunuz. Her zaman göründüklerinden fazlası olduğunu biliyorsunuz. Biliyorsunuz.

Matruşka size gülümsüyor. Sadece size değil. Arkanızdaki dolaba, duvarlardaki tablolara, apartmanın ziline. Şehre. Bütün dünyaya gülümsüyor. Daha fazlası olduğunu biliyorsunuz.

Tekinsiz cümleler kurulacağından, belki biraz da ürpereceğinizden neredeyse eminsiniz. Yapmanız gerekeni yapıyor, O’nu açıyorsunuz.

Hikâyeler etrafa saçılıyor:

Ağırlık adlı öyküsüyle Eser Avcı

Ama Bu Öykü Çok Kısa adlı öyküsüyle Umut Yakar

Annemin Renkleri adlı öyküsüyle İlknur Kılıç

Bebekler ve Yokoluş adlı öyküsüyle S. Meltem Kofoğlu

Ben’lik adlı öyküsüyle Hatice Tuba Pacci

Bir Rus Masalı adlı öyküsüyle Batuhan Kaluç

Borges’in Uykusu adlı öyküsüyle Atlas Canöte

Büyülü Elmas adlı öyküsüyle Gürkan Akpınar

Çam Ağacının Kokusu adlı öyküsüyle Döndü Kazankaya

Çocukluk Kâbusum adlı öyküsüyle Gülnar Nezerova

Derdini Anlat adlı öyküsüyle Ezgi Özbek

Donmuşgöl’ün Laneti adlı öyküsüyle Erdoğan Küçükçelik

En Küçük Olmak adlı öyküsüyle Duygu Özkan

Güneşin Safsız Siyahlığı adlı öyküsüyle Elif Şeyda Doğan

Issız ve Kalabalık adlı öyküsüyle Gaye Keskin Çelik

Kâbus adlı öyküsüyle Can Çelikel

Kâbuskapan adlı öyküsüyle Abdullah Emre Aladağ

Küçük Dev Fedakarlar İçin Mutluluk Parkı adlı öyküsüyle Murat Barış Sarı

Küçük Parçalar ve Nihai Virgül adlı öyküsüyle Tuğrul Sultanzade

Manolya adlı öyküsüyle Atakan Güngör

Matruşka Cinayetleri adlı öyküsüyle Ercan Sözeri

Matruşka Kadın adlı öyküsüyle Ceren Karakaya

Matruşka Mezarlığı adlı öyküsüyle Tári V. Austen

Matruşka Ruhu, Sigara Halkaları ve Beyin Tümörü adlı öyküsüyle Zilan Damla Polat

Matruşka’nın İçindeki Benler adlı öyküsüyle Pınar Kumsal Başdağ

Matruşkanın Serüveni adlı öyküsüyle Beluar Alduin

Melahat adlı öyküsüyle Sema Dursun

Mimus adlı öyküsüyle Melisa Yılmaz

Nöbetçiler adlı öyküsüyle Hasan Korkmaz

Ruhlar Silsilesi adlı öyküsüyle Merve Aydın

Senfoni adlı öyküsüyle Nur Toprak

Terapi adlı öyküsüyle Sena Dökmeci

Tuhaf Bir Yasa adlı öyküsüyle Adem Sarı

Üç Ölüm adlı öyküsüyle Gürkan Sadece

Vakıa-yı Ardiye adlı öyküsüyle Cevdet Denizaltı

Yedi Anahtar adlı öyküsüyle Ferhat Nehir

Yedinci Matruşka adlı öyküsüyle Nurdan Atay

Yıldızlara Fısılda adlı öyküsüyle Merve Kaya

Seçki’de bu ay “Matruşka Öyküleri”ni ağırladık. Temamızın muhteşem illüstrasyonu Gökçe Uzgörenden geldi. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Kasım ayının teması “KASAP” oldu. İşlerin biraz çığırından çıkabileceğini tahmin ediyoruz. Şiddetli bir sayının bizleri beklediğini görür gibiyiz. Önlüklerimizi giydik. Hazırız.

“KASAP” temalı öykülerinizi 15 Kasım 2018’e kadar oykuseckisi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Göndermeden önce Öykü Gönderim Koşullarının güncellenmiş hâline göz atmayı lütfen unutmayın.

Gelecek sayı görüşmek üzere, keyifli okumalar dileriz.
Onur Selamet

image

Haydi Heidi

Malumunuz, kurban bayramındayız. Dün dini vecibemizi yerine getirmek için makul bir vakitte (kargalar kahvaltılarını etmeden) kalkıp büyük bir huzur içinde (kavga gürültü) doluştuk arabalara, düştük yollara... Geçtiğimiz senelerde büyük şehrin imkânlarının neden olduğu imkânsızlıklardan ötürü hep alışveriş mağazalarının listelerine yazılıyor, günümüz gelince gidip, "Burada kesilmişi var!" misali kutulara tıkılmış olarak alıyorduk kurbanımızı. Ama içimize de sinmiyordu hani. Görmüyorsun çünkü. Adamlar usulüne uygun mu kesti, yoksa sırtına binip rodeo mu yaptı ne etti? Şüpheli...

Biz de bu sene değişiklik olsun diye Menemen'deki bir köyde kestirelim dedik kurbanları. Kız kardeşimin eşi Aziz geçen sene gitmiş, görmüş, beğenmiş orayı. Hadi dedik, bu sene beraber halledelim bu işi. Demeye dedik de... yol git git bitmiyor arkadaş. Şehir dışına çıktık, Menemen'i geçtik, tepelere çıktık, daracık yollara girdik falan... Git deseniz bir daha hayatta bulamam, o derece. Ama nasıl güzel oralar. Yemyeşil! Sulama kanaları, dereler, nehirler, ağaçlar, bağlar, bahçeler... İnsanın içi açılıyor resmen.

Neyse efendim, sonunda bir tepenin başında bulunan, küçücük bir yere vardık. İki katlı bir ev, bir kamelya ve alabildiğine yeşillik... "Nereye geldik biz böyle?" dememe kalmadan karşıdan bir kaz sürüsü yaklaşmaya başladı. Asker gibi sıraya dizilmişler, uygun adım yürüyorlar sanki. Vak vak vak vak... Bir de kafalar da bir sağa bir sola dönüyor her vaklamayla. Bana beş-on adım kala durup öylece bakmaya başladılar. Ben de onlara bakıyorum tabii, ne oluyoruz diye. İleri doğru bir adım attım, hepsi kanatlarını açıp bağırmaya başladı. Vakvakvakvak! Amanın deyip, bir iki adım geri çekildim. Onlar da bir-iki adım yaklaştı. Ben geri gidiyorum, onlar geliyor. Ben duruyorum, onlar duruyor. "Barış içinde geldim ey dünyalılar!" dedim, yemediler... Kanlı bir mesele için orada bulunduğumu bir yerlerden duymuşlar anlaşılan. Derken, ben bu kaz açmazından nasıl kurtulacağım diye kara kara düşünürken, kulübelerden birinin arkasından küçücük, bacak kadar bir kız çocuğu fırlayıp sürünün üstüne doğru çığlık çığlığa koşturdu. Kazlar bu heybetli savaşçı karşısında ürkmüş olacak ki (boyları aşağı yukarı aynı seviyedeydi gerçi) hemen dağıldılar. Kazları bol, kızları delikanlı bir memlekete gelmiştim belli ki...

Ben daha karşılama komitesiyle karşılaşmanın şokunu üstümden atamadan bu sefer de çilli bir horoz dikildi karşıma. Sadece dikilmekle kalsa iyi, bir de dik dik bakıp şişiniyor. Tüyleri de beyaz üstüne siyah beneklerden ibaret. Ben diyeyim leopar, siz deyin çita kürkü kuşanmış sanki hayvan. Bir cakalar, bir çalımlar... "Haydaaa..." dedim, "bu da köyün muhtarı herhâlde." Horoz bana şöyle bir baktı, "Bana bak genç, buralar benden sorulur ona göre," der gibi bir kabardı, sonra da çalım ata ata uzaklaştı.

"Oh, bundan da yırttık," deyip arkamı dönmemle küçücük bir keçi yavrusuyla burun buruna gelmem bir oldu. "Nee?" dedim. "Meee!" diye cevap verdi. Mantıklı hayvan... O sırada da yanımda Metin Abi vardı. "Ben bunu öperim!" diye aşka gelip keçinin üstüne koşturdu. Ufaklık da, "Ben bundan kaçarım!" diyerek bir koştu... bir sıçradı... Aman yarabbi, sanki keçi değil, Süpermen! O minnak şey öyle bir havaya sıçradı ki benim boyumu aşıp yanımdan uçuverdi resmen. Ben de ağır çekimde, ağzım zarafetle bir karış açık vaziyette onu gözlerimle öylece takip ediverdim.

Sonra bir sülün gördüm, hatta hayatımda ilk defa sülün sesi duydum. Biraz ileride bembeyaz güvercinlere rastladım, üzerlerinde bir tanecik bile siyah benek yoktu. Danalar, ördekler, kuzular derken köye inen masum şehirli misali yerimi yurdumu iyice şaşırdım. Hatta kendimi Heidi çizgi filminde gibi hissetmeye başladım. Hani bir köşeden, "Haydiiii! Haaaaydiiiii!" diye şarkı söyleyerek çıksa şaşırmazdım.

Derken tam o sırada arkamdan bir ses duyuldu. "Haydeeee!" Dedim geldi! Vallahi de Heidi geldi! Siyah saçlı, al yanaklı, pembe kıyafetli bir kız görme beklentisiyle yavaşça arkama döndüm... Ak saçlı, çalı sakallı, kaba görünüşlü bir ihtiyarla karşılaştım. Mandıra sahibi... "Haydeee," dedi bir daha. "Sökülün kurban paralarını, haydeee!"

Söküldüm...

image

Müebbet muhabbet

İki gündür veterinerlerde koşturuyoruz. Çılgın'ın kanadında bir kitle çıkmış. Doktor da oraya operasyon yaptı. Ama bizimki durur mu? Gagalayıp kanattı orayı eşek sıpası. Kan kaybından gidiyordu az kalsın...

Üstüm başım, yüzüm gözüm kan olmuş bir vaziyette yine veterinere gittik dün. Adam orayı dağladı, dikiş attı, bir daha gagalayamasın yarasını diye de kafasına bu koniyi taktı.

Şimdi çay kaşığıyla yem ve su veriyoruz beyime. O ise hâlâ şaklabanlık peşinde. Koniyi çıkarmak için geri geri koşuyor, bizi kandırıp aparatı çıkarttırmak için kafasını okşatıyor (hiç yapmaz). Bir yandan üzülüyorum bir yandan da gülüyorum kerataya.

Şuncacık can, nasıl da içini acıtıyor insanın... 9 yıllık arkadaşımız sonuçta. Dua ediyoruz şimdi iyileşsin diye.
image

Na-niii! Na-nii!

Bu aralar acil servis şoförü gibiyim.

Bir-iki hafta önce muhabbet kuşumu kan revan içinde veterinere yetiştirmiştim. Her hafta kontrole gidiyoruz şimdi, pansumanı yapılıyor.

Dün akşam da tam iftar vaktinde canım annemin eli iki yerden birden çok fena kesildi, her yere kanlar fışkırdı. Turnike yaptık, acile götürdük apar topar. Dikiş attılar, 1 hafta elini suya sokmayacaksın dediler. (Bilin bakalım yemek ve bulaşıklar kime kaldı :P) Şimdi de annemi götüreceğim günaşırı kontrole.

Panik anında araba nasıl sürülür, kan nasıl durdurulur, kırmızı ışıkta nasıl geçilir, şehrin en izbe köşelerindeki nöbetçi eczaneler nasıl bulunur, ara sokakta yol vermeyen şoförlere nasıl küfredilir, arkada annenizin olduğunu hatırlayıp nasıl kızarılır... Hepsini öğrendim!

Meslek değiştirip ambulans şoförü mü olsam acaba? (Olacakları görür gibiyim...)
image

Güncelleme

Ağustos Güncellemesi

Son zamanlarda hayatımda olan değişimleri ve olayları paylaşmak için bu yazıyı yazıyorum.

Bisikletten haber var

Geçen hafta içi iki kere bisiklet jant telini kırdım. İkincisinde anladım ki tüm telleri değiştirmeden bu iş çözülmeyecek. Bu yüzden tüm telleri mi değiştirsem yoksa jant setini komple mi yenilesem diye düşünürken imdadıma BGB’den Ayhan yetişti. Kendisinde boşta duran bir set varmış. Geçen hafta Perşembe (17 Ağustos) günü iş çıkışı soluğu önce Ayhan’ın yanında sonra da Anka Bike’ta aldım. Hafta sonu kampta olduğum için ancak dün (22 Ağustos) bisikleti alabildim. Yeni jantlı hali şu şekilde:

Yeni jantlarıyla CR052

Bu olaylar sonrası ilk kez yarın (24 Ağustos) bisiklet süreceğim. Cumartesi günü de çok güzel bir Kurtboğazı turu beni bekliyor. Sonrasında ise tatili fırsat bilip Sakarya’da Granfondo Marmara parkuruna yakın sürüşler yapmaya çalışacağım.

Bu arada 1 Ekim tarihinde BGB olarak Temelliye sürüşümüz olacak. Konu ile ilgili detayları tarih yaklaştıkça paylaşacağım.

Bisiklet sürmeye başladıktan sonra ihtiyaçlar yavaş yavaş belirginleşiyor. Muhtemelen 2018 yılı içerisinde bisikletime eklemeyi düşündüğüm malzemelerden bir kaçını paylaşayım.

Kayiprihtim.com

Geçtiğimiz ayın son günlerinde -eskilerden Blog Dergisi’nden arkadaşım- İhsan Tatari (namıdiğer MİT) kayiprihtim.com sunucularında bir problem olduğuna dair bir facebook mesajı paylaşmıştı:

Ben de boş durmayıp yardıma koştum doğal olarak. Bu sürede sistemde bulunan bir çok sorunu çözdük. Fantastik kurgu ekseninde güzel bir platform. Takip etmeyen fantastik kurgu severlere duyrulur.

Bir taraftan sunucuları adam etmekle uğraşırken Kayıp Rıhtım için yazar arandığına dair bir duyuru sosyal medyada yayıldı. Epeydir bir mecrada yazmak isteyen bendeniz bu fırsatı da tepmedi. Sistem tarafında teknik işlerin yanı sıra artık resmi olarak Kayıp Rıhtım ekibinde yazar olarak yerimi aldım. Henüz bir yazım yayınlanmadı fakat çok yakındır.

Bu arada yazı işleri ile ilgili iş takibini de Fly Spray ile daha düzenli hale getirmek için kolları sıvadık. Mit ve Hakan Tunç ( magicalbronze) ile birlikte temel ayarları ve işleyişi oturttuk. Yakında tüm çalışmaları bu platform üzerinden yaparız.

Hack in Forest #2

İlkini Yedigöller’de yaptığımız Hack in Forest etkinliğinin ikincisini Amasra’da gerçekleştirdik. Dinlendirici ve feyiz dolu bir etkinlik oldu. İlkinde olduğu gibi yine bilgi/tecrübe paylaşımının ve fikir alışverişinin doruklarında gezdik. Yakında video ve resim paylaşımlarıyla detaylı bir açıklama yaparız.

Hack in Forest #2 Adem ilter ‘in drone’uyla çekildi.

Swift

Hack in Forest #1'de tanıştığım Yiğit Yılmaz’dan feyiz alıp ios geliştirme yapmaya niyetlendim. Sağolsun kendisi nereden başlayacağıma dair güzel bilgiler verdi. Yakında Swift ile ilgili çalışmalara başlayacağım.

Football Manager 2018

Football Manager 2018

Dizi izlemeyi Stargate, Oyun oynamayı Commandos sonrası bırakan biri olarak sanırım uzun yıllardır sıkılmadan oynadığım tek oyun FM. 2013 yılından beri her yıl istisnasız alıyorum.

2018 sürümü 10 Kasım tarihinde piyasada olacak. Bense her sene olduğu gibi ön satıştan alacağım. Bu sene geçmiş senelere göre farklı planlarım var. Şimdilik detaya girmeyeyim fakat 2018 sürümü ile birlikte Youtube üzerinde ilginç bir kanal denemesi yapacağım.

Kısacası yoğun geçen bir ay oldu ve bu yoğunluk uzun bir süre devam edecek gibi.


Güncelleme was originally published in ozgurkuru on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.